İyi ki doğdun Gözüm!

28 Ekim, Ahmet Kaya’nın doğum günü. Ahmet Kaya’yı, ilk gençlik yıllarında şarkılarıyla, duruşuyla ondan ilham alan, onu yalnız bırakmayan, onun insan hayatının en karanlık dehlizlerine bile girebileceğini gösteren bir gencin, Hamza Kara’nın gözünden bir hikâyeyle anmak istedik. İyi ki doğdun Gözüm!

Hamza Kara

Bir çocuk tanırım Başkent’ten. Aslen Antakyalı Arap, az bulunan cinsinden Hıristiyan hem de. Memur çocuğu, kıt kanaat geçinir ailesi. Sessiz sakin, Kürt gibi esmer. Ergenliğe kadar kolay büyümüş. Ergenliğe adım attığında, deli dürtmüş gibi isyankar ve öfkeli. Dayıdan, babadan yadigar solculuk var kanında. Daha ilkokulu bitirmeden Denizlerin öyküleri aklına düşmüş, ortaokulda Che gibi, Çayan gibi dağa çıkma sevdasında. Silah zoruyla devrim yapacak, biraz havai... Evde Grup Yorum dinler, sigara kokan, sararmış saman kağıtlarından teori yalayıp yutar. “Ceketini yağmurlara astığından beri, tehlikeli şiir okur, dünyaya sataşır.”

Liseye adım atarken, solculuğun farzı olan örgütlü olmayı ifa edip sünnetine ‘eylem koyma’ faslına geçer. Kendince ilk kişisel eylemini Ahmet Kaya için koyar. Linç edilme süreci başlamış, radyolarda çalınması yasaklanmışken, walkmaninde inatla Ahmet Kaya dinler. Sahip çıkar kendince, Fransa’ya giderken sessizce veda eder ona. Yüreğinin bir köşesinde geri dönemeyeceğini biliyordur. Bu yüzden, her dinlediğinde daha da hınç dolar içi.

Örgütte yükselir, cevvaldir, hareketli bir çocuktur. Fakat masabaşında, sohbette mangalda kül bırakmayan, asan, kesen, ‘burjuvazi’ye nefes aldırmayan bu çocuk, sokakta tutukluk yapar. Yeterince sert olamaz, bırakın kurşun sıkmayı, adama fiske bile vuramaz. Sürekli kendine çatar. Özeleştiri verir mütemadiyen. En zor denklemidir, ‘revizyonist’ mi, ‘oportünist’ mi olduğuna karar vermek. Düşünerek çözemez kendini. Halbuki her “Gururla bakıyorum dünyaya” şarkısını dinlediğinde, ne de gururla ve başı dik yürürdü sokakta. Gücünü Ahmet Kaya’nın sesinden alır, yüreği “çat diye çatlar” sokak ortasında.

Ama arkadaşları yok olur gözünün önünde; cesedi çöplükten çıkan yoldaşının gözleri görmeyen anasının elleri daha sakalı çıkmamış yanaklarını okşar. Şefkat akar yüreğine. Su geçirmez yüreği, yumuşar. Fakat haberi o vermek zorundadır. Bu kadar olgunlaşmak fazla gelir yüreğine. Kendi anasını düşünür, ne yapıyordur acaba evde? En ‘reformist’ soru belirir aklında: “Ne içindi peki bunlar?” O ananın dağda kaybettiği oğlunun acısını katlamak niyeydi? Bu yok edici şiddet ve daha da beteri bu şiddete tapmak niyeydi?

Kafası artık iyice karışık, örgüte bağlılığını ispat etmeye zorlar kendini. Vahşileşir, şiddetin ‘rahat’ kollarına bırakmaya başlar kendini. Aklında hep o eller… Onun için alınacak intikamın peşindedir güya, fakat gerçeği söyleyemez sadece kendine: Bulaştığı her şiddet eyleminde kendini yıkmak ister aslında. Polise, devlete eli kalkar ki, içindeki ikiyüzlü, şiddeti kendine hak gören, katı devletlu yıkılsın. Kendini yıkıp, o ananın elleriyle inşa etmek ister. Yapamaz.

Bir gün yine bir eylemde, bu kez daha elini kaldırmamıştır. Yaka paça karakola götürülür. İlk değildir bu, çok sabahlamışlığı vardır, Ankara dehlizlerinin lağım fareleriyle. Fakat bu sefer bir şeylerin farklı olacağını hisseder. Kaydı alınmadan nezarete atılır. Bir polis gelir, “beni takip et” der, gittikleri yol farklıdır.

Karanlık bir odaya atılır Arap. Gözleri bağlanır. Yolun sonu der burası. Gür bir ses haykırır: “Soyun!” Direnir, ses çıkarmaz. En az iki kişi soyarlar onu. Elleri kelepçelenir arkadan. Bacağına cop iner. Copun acısını çok bilir. Önce kuvvetli bir yakış, sonra sızım sızım sızlatan bir acı. Aynı yere bir daha... Bir tek kelime çıkmaz ağzından. Ne bağırır, ne küfür, ne de slogan… Sadece çıplak etinde yankılanan cop sesleri duyulur, bir de onu kim dövüyorsa, sürekli olarak sorduğu soru: “Bir daha yapacak mısın?”

Zorla giydirilir, bırakılır sokağa. Perperişan eve gider, ne olduğu sorusunun cevabını düşünür. Basittir, okulda kavga etmiştir, en az 3 kişiden feci dayak yemiştir. Eve girer, tekmili verir ve kendini banyoya atar. Kollarının ve bacaklarının rengi, kızıla mora çalmıştır artık. Kulağında bir şarkı: “Camlar düştü yerlere / elim elim kan içinde / yanıma gel yanıma Anne”.

Ertesi gün ne yerinden kalkabiliyordur, ne de üstünü başını giyebiliyordur. Yatakta öyle yatar, tepkisiz, hareketsiz, yukarıya bakar. Uzun bir tatil gelir çatar. Memleketine gidecektir, Antakya’ya, anneannesine, Pamuğuna. Yollar bitmek bilmez, yüreğindeki sızı uykuyu sokmaz gözüne. Pamuğa yaklaştıkça yüreğinin sızısı artar. Sabahın köründe varır evin sokağına. Pamuk her zamanki gibi camda. Sabah kahvesini içmek için bekler. Kalçasını kırdığı için vakti zamanında aksaktır, Pamuk. Zor yetişir kapıya. Sızı yüreğine sığmaz artık. Kapı açılır. “Ehlen lekimni” diye koynuna basar Pamuk onu, bir eli yürütgecinde. İçeri geçerler. Çocukluğundan beri en sevdiği şeyi yapar, Pamuğun kucağına uzanır. Bir ananın kırışık elleri yanaklarına iner. Yine şefkat akar yüreğine. Sanki yüreğinde kaynayan kazanın eksiği budur. Dokunduğu anda bir şeyler infilak eder içinde. İçinin sesini bastırmak için bir şarkı tutturur. Söyledikçe ağlar, ağladıkça söyler. Sonradan anlar ki, hakikaten “içinde ölen biri” vardır.  

 

Ümit Kıvanç’ın Ahmet Kaya için hazırlığı “Uçurtmam Tellere Takıldı” filmini şu linkten izleyebilirsiniz:

Uçurtmam Tellere Takıldı

 

Şapgir'de bu hafta;

Dünya'dan foto haberler
 

 

 

 

Kategoriler

Şapgir