PARRHESİAPAR
‘Unufak’: Yersizleşen hayatlar, parçalanmış anlatılar
Rober Koptaş, roman yazarlığına ilk adımını attığı ‘Unufak’la 20. yüzyıl Ermeni toplumunun deneyimlediği acılara ve yıkıcı toplumsal olaylara üç kuşak üzerinden kurguladığı bir hikâyeyle dokunmaya çalışıyor.
Yaşarsak göreceğiz
Haftalar önce, İsrail Ordusu, ülkenin güneyinde yaşayanlara X (eski Twitter) üzerinden evlerini terk etmeleri ve “daha güvenli yerlere yerleşmeleri” talimatı verince, yaşadığımız bölgelere çok sayıda mülteci geldi. Burç Hamud’da kıyafet mağazası olan arkadaşım Zaven, “50-60 yaşlarında, siyah giysili, başörtülü üç kadın dükkâna gelip çalışana ihtiyacım olup olmadığını sordular. İş arıyorlardı. Yüreğim paramparça oldu. Zaten hiç iş yapamıyorum, onlara bir şey diyemedim” dedi. Çok geçmeden, evimin önünde bir kadın beni durdurup “Bildiğiniz kiralık ev var mı?” diye sordu. Burada uygulanan politika, yaptığımız okumalara ve çalışmalarımıza yansıyan sömürgeci ve emperyalist iştahtan farklı değil; cezasızlıkla korunarak, insanları topraklarına bağlayan her şeyi yok etmeye devam ediyor.
Ankara’nın ilk fotoğrafçıları
İstanbul’da Abdullah Biraderlerin yanında yetişen Cevahirciyan, 1889’da veya 1890’da, Ankara’daki ilk fotoğraf stüdyosunu kurmuş. 1910’ların ortalarına kadar resmî binaların temel atma törenleri, açılış törenleri, resmî kutlamalar gibi olayları fotoğraflamış. Dildilyan Biraderlerden Tsolag, Ankara’dan önce Sivas’ta da stüdyosu olduğu düşünülen Cevahirciyan’ın yanında çıraklık yapmış ve mesleği ondan öğrenmiş.
Kadına yönelik şiddete karşı ‘kadından kadına’ dayanışma
Rugiatu Neneh Turay 11 yaşında maruz kaldığı genital mutilasyon (kadın sünneti) hikâyesini her fırsatta anlatan bir aktivist. Annesini kaybetmesinin ardından teyzelerinin teşvikiyle, genç kızlıktan kadınlığa geçiş ritüeli adı altında maruz kaldığı genital mutilasyon, kendi sözleriyle onu hayat boyu “sakat” bırakmış. Yıllar içinde bu geleneğe karşı intikam duygularını yapıcı bir öfkeye dönüştüren Turay, Amazonia İnisiyatifi Hareketini (AIM) kurmuş ve bu uygulamaya karşı mücadele yöntemlerini araştırmaya başlamış. Başlangıç noktalarından biri, ataerkil şiddetin kadınlar tarafından kız çocuklarına uygulandığı yer olmuş.
Harutyun Kürkçüyan'ın anısına
Beyrut'ta doğup büyüdüm. Özellikle Ermeni mahallesi Burç Hamud’da büyüyen biri olarak, kimliğimin karmaşıklığı içinde gezindim durdum. Kürkçüyan, 1968 yılında yazdığı “Çok Bilinmeyenli İkinci Bir Denklem” başlıklı makalesinde diaspora Ermenilerinin bu varoluşsal mücadelesini ele aldı. Diasporadaki Ermeni kimliğinin doğası hakkında önemli sorular ortaya attı.
Hav hikâyeleri ve ötesi
Hikâyeyi insan-olmayanın perspektifinden anlatan, sadece köpeklerin seslerini duyduğumuz, sözsüz bir film olan ‘Chienne d’Histoire’ın [Hayırsız Ada] ardından, yine Avedikian’ın, 1910’daki köpek katliamından 100 yıl sonra İstanbulluların sokak köpekleriyle ilişkilerini konu alan ‘Histoire de Chiens’ [Köpek Hikâyeleri] adlı belgeseli gösterildi. Şehir sakinlerinin birbiriyle çelişen söylemlerine, şehrin dinamik ve oturmamış karakterine, insanlar ile köpekler arasındaki dostluklara odaklanan bu filmde, ilk filmin aksine, köpeklerle kurdukları ilişkileri insanların ağzından duyduk. Bu film, üslubuyla, ilk filmin üzerimizde bıraktığı ağırlığı bir an için de olsa hafifletti.
Parrhesia Kolektif’le tanıştığımda...
Parrhesia Kolektif’le tanıştığımda, bu kelime benim için çok özel bir anlam kazandı. Parrhesia Kolektif, kelimenin Antik Çağ’daki kullanımından farklı olarak, Ermenice düşünüp konuşan, Ermenice okuyan ve yazan bir kadın topluluğunun adı.
Birlikte güçlenmek
Toplantımızın ana teması ve bizleri bir araya getiren ortak nokta, hepimizin Ermeni kadınlar olmasıydı. Her birimiz toplumda kadın olarak yaşadığımız sorunlar üzerine düşünmüş, bunları tartışmış, hatta çeşitli şekillerde aksiyon alma fırsatı bulmuş olsak da, Ermeni kadınlar olarak bu sorunları dile getirip çözüm aramamıza imkân verecek bir alanın eksikliğini derinden hissettiğimizi fark ettik.
Ermeni halıları, göç ve dayanışma
Bir Ermeni masalında, güzel bir köylü kız olan Anahid, Tatar Nehri kıyısının Ağvanlı prensi Vaçakan’la evlenmek için ona bir zanaat öğrenmeyi şart koşar. Halı dokumayı öğrenen prens yıllar sonra esir alındığında, bu zanaat onun hayatını kurtarır. Prens, esir tutulduğu yeri, orada dokuduğu halının motiflerine, yalnızca karısı Anahid’in anlayacağı şekilde işler. Anahid, halıyı gördüğünde Vaçakan’ın işçiliğini tanır ve mesajı alır. Emeğini satarak hayatta kalmayı başaran prens, sonunda karısına kavuşur.
Madam Martha ve bir rant hikâyesi
Koya adını veren Martha’nın hikâyesini hatırlamak, plajdaki son gelişmeleri anlamamıza yardımcı olabilir. Bir kadının bedenine yönelik, dışlayan ve sömüren bakış ile, eşi benzeri az bulunan bir sahile yönelik sahiplenme ve kontrol etme arzusu arasında, dikkate değer bir paralellik olduğu görülüyor.
Martha Arat 1920 yılında doğmuş, Lübnanlı Ermeni bir kadın. Babasının Osmanlı Bankası’na tayin edilmesi üzerine, çocuk yaşta İstanbul’a gelmiş ve Saint Benoit Lisesi’nde eğitim görmüş.