PINAR ÖĞÜNÇ

Pınar Öğünç

Hem bizzat tanıklıklarım, hem tanıkları dinlemek üzerinden gazeteciliğin bana sağladığı hafızayı harita gibi kullanarak Suriçi'nde dolanıyorum. Yüz gün süren çatışmanın ardından yıllarca kapalı tutulan bazı sokakların en son 2019'da gördüğüm polis barikatları, paravanlar kalkmış. Kalkmış ama birçoğu ne eskiye, ne yeniye, mekânı zamanda donduran boşluklara açılmış sanki. Gezinirken Sur'un eski sakinlerini dinliyorum. Biri inşaat işçisi, evi yıkılınca başka bir ilçeye göçmüş. Ne manidardır ki, şimdi inşaatlarda iş çıkarsa eski mahallesine çalışmaya geliyor. Bir diğeri evi, dükkânı, alet edevatı Sur'da dümdüz edilmiş bir tesisatçı. Onlar yeni Sur evlerinde topluca takside girmişler,

"Politikacılar aile diyor ya, Türkiye'de anne, baba, çocuk ve yaşlılardan oluşan o konvansiyonel aile yok. Aile dönüşüyor, aile zaten hiçbir zaman steril bir ortam da olmadı. Bunun dışında Türkiye bütün bakımı bu konvansiyonel aile üzerinden vermeye çalışıyor. Tek başına yaşayan insanlar nasıl destek alacak? Çocuğunu yitirmiş yaşlılar ya da farklı yaşamayı seçmiş yaşlılar ne olacak? Topluma kör bir politika bu. Doğurganlığı arttırmakla da ilgisi yok, bebek sayısı artınca yoksul yaşlıların sayısı azalmayacak çünkü. Bir de mevcut yaşlıların yanında şu an esnek istihdamda çalışan gençleri, geçici, gezici işlerde, tarım sektöründe çalışmak zorunda bırakılan çocukların yaşlılığını düşünelim. Üstelik emeklilik de gittikçe yoksullaşmak demek Türkiye'de."

Siyasi iktidara sırtını yasladıkça gürbüzleşen holdingin son yıkıcı darbesi. Çanakkale Bayramiç'e bağlı Hacıbekirler köyünde yapılmak istenen “Halilağa Bakır Ocağı Kapasite Artışı, Cevher Zenginleştirme Tesisi ve Atık Depolama Tesisi" için 5200 dönümlük alanda ağaçlar kesilerek hazırlık başladı. 9 Kasım günü Ege'nin, Trakya'nın, Anadolu'nun farklı yerlerinden kalkan minibüsler, otobüsler, araçlar yolun iki yanına park ediyor. Bir insanın bir ağaç için nefesi tıkanarak ağlaması, bu coğrafyanın mitik geçmişini, Homerik metinleri getiriyor akla. Acıların insan bedenlerinden Zeus'un bulutlarına kadar yükseldiği, intikam yeminlerinin, öfkenin dağlara sığmadığı tragedyalarda olduğu gibi, kadınlar bağırmaktan iki büklüm olarak “ağaçlarımızı kesmeyin” diye haykırıyor.

Bu gelgitli siyaseti soğukkanlılıkla anlamlandırmak, kalıcı bir çözümün, onurlu bir barışın en küçük ihtimalini heba etmek istemeyenler açısından önemli. “Otorı̇ter Çatışma Yönetı̇mı̇ Açısından 2015 Sonrası Değı̇şen Dı̇namı̇klerı̇yle Kürt Sorununa Bakmak” başlıklı rapor bazı taşları yerine oturturken kaynaklık edecek bir bakış açısı sunuyor. Rapor, otoriter yönetimlerin çatışma süreçlerini özellikle “çözümsüzlük” aşamasında tutmayı kendileri açısından bir tür çözüm olarak aldığı, bunu da sadece askeri güçle değil bir dizi siyasi, mekânsal ve ekonomik politikalarla destekleyerek hayata geçirdiği temel fikrine dayanıyor. Çatışmanın altında yatan yapısal nedenler özellikle ele alınmıyor, çözüme yönelik her tür demokratik alan tehlike olarak alınıyor, uluslararası aktörlerin dahli kabul edilmiyor. Neoliberal politikalarla eşgüdümle işletilebiliyor, yolsuzluk bir araç olarak kullanılabiliyor.

Laflar laflara karışıyor. Bavullara tekerlek icat edilince biten demiryolları hamallığı... Merkez Bankası açılırken Avrupa'dan gelen altınları taşıyan trenler, hamallar... Kamusal alanların, kamu yararı kavramının öldürülüşü... Tugay Bey endüstriyel mirası da, sermayenin planlarını da emek üzerinden okuyor hep. Zamanında ortaya atılan gökdelenli rant projesi hayata geçemediyse bunda garlara bu çerçeveden bakarak direnenlerin, hem yargı yolunu hem de sokakları zorlayanların önemi büyük. 668 hafta ne demek! Haydarpaşa Dayanışması bu pazar 668. kez bir araya gelecek ve Haydarpaşa Garı'na dair bu yeni projeye karşı seslerini yükseltecek.

Sadece Türkiye'de değil, tüm dünyada yükselen sağ, güçlenen “faşist enternasyonel” ile birlikte “Irkçı değilim ama...” diye başlayan ürkek ton aşılarak “malum ırk” çıkışlarının havada uçuştuğu, “ırkçılık hakkının elinden alınmasına” isyan edilen bir noktaya geliyor; gündelikleşmiş, mizahla karılmış, hedef kitleden görünmezlik değil yok olmasını talep eden bir doz normalleşiyor. İstos Yayın'ın the London School of Economics'in desteğiyle 19-20 Ekim tarihlerinde düzenlediği “Türkiye'de Irkçılık” konulu konferans tüm bunları masanın görünür yerine çekme ve tartışma niyeti taşıyordu.

11 Kasım'a kadar sürecek olan Çanakkale Bienali'nin mekânlarından biri Türkiye'nin arkeoloji alanına odaklanmış en önemli kütüphanelerinden sayılan Korfmann Kütüphanesi. Merdivenleri çıktıktan sonra, arkeoloji kitaplarıyla dolu salonda o gülüşmelerin kaynağı olan yaşları yedi ile on yedi arasında değişen altı kızı bulmak ve içlerinden birinin “Arkeolog ne demek?” diye soruşuna denk gelmek, hayatın kimi zaman önünüze düşürdüğü, şükran duyulacak anlardan. Bir zamanlar bu kattan başka çocuk sesleri geliyordu. Troya kazılarına başkanlık yapan Manfred Osman Korfmann'a adanmış bir kütüphane olmadan önce burası tütün deposuydu ama asıl hemen yanda 1669'da kurulan Surp Kevork Kilisesi’ne bağlı Sübyan Okulu olarak inşa edilmişti. Açılış için Çanakkale'ye gelen Blandy ve Achiampong, paylaştıkları politik dertler üzerinden işler yapıyor. Bilimsel bilginin, teknolojik ilerlemenin kök saçaklarına yerleşmiş kolonyalizme, popüler kültürün görsel simgelerine sinmiş ırkçılığa dokunan deneysel videolar, performanslar...

5 Ekim'de Çanakkale'nin Cumhuriyet Meydanı'nda galiba şimdiye kadar madenciliğe karşı yapılan en geniş katılımlı mitingde köylüler sahneye çıktığında çok heyecanlıydılar.

Kadınlar, emek piyasasında cinsiyet temelli ayrımcılığı; iş aramadan çalışma koşullarına, ofis hayatından işsizlik süreçlerine her safhada enselerinde hissediyor. İlerleyen yaşla birlikte çeşitlenen mağduriyetler ise milyonlarca kadını etkilemesine rağmen hepten görünmez halde. Kadın İşçi (www.kadinisci.org) yayın çizgisini kadın emeği odağına oturtan kıymetli bir habercilik yapıyor. Sitenin ardındaki Kadın İşçi Dayanışma Derneği, bir süre önce “50 Yaş Üstü Kadınların Ücretli Emek Alanında Karşılaştıkları Cinsiyet Temelli Ayrımcılıklar Ve Çözüm Önerileri” başlıklı bir raporu duyurarak bu alanın görünmezliğine el attı. Peki 50 yaşını aşmış kadınlar ne yapıyor?

2021'den sonra faaliyete geçen S Tipi ve Y Tipi Ceza İnfaz Kurumları ya da Yüksek Güvenlikli Ceza İnfaz Kurumu olarak tarif edilenlerse büyük kısmı tek kişilik hücrelerden oluşan, hem mimari yapıları hem de uygulamaları nedeniyle tecritin hüküm sürdüğü yapılar. Gökyüzü havalandırmada dahi görünmüyor, tüm iletişim megafon ve butonlarla sağlandığı için tamamen insansızlaştırıcı, açık görüş her mahpus için ayrı olduğundan daha da yalnızlaştırıcı. Bu yüzden “kuyu” olarak anılıyorlar. İnsan Hakları Derneği'nin konuyla ilgili raporunda bu koşulların yaratacağı psikiyatrik rahatsızlıkların yanı sıra kısa, orta ve uzun vadede neden olacağı fiziksel hastalıklara dair de uyarıda bulunuluyor.