Kendi tercih ettiği şekliyle politik belgesel fotoğrafçı Ali Öz şu an bir yayın organı için çalışmıyor. Ama çok uzun zamandır onun Türkiye'nin toplumsal ve siyasi hayatını kaydetmesi için bir yerde sözleşmeli çalışması gerekmiyor. Ali Öz'ün fotoğraf arşivi neredeyse elli yıla yıla yayılan Türkiye tarihinde emeğin hikâyesini belgeleyen, ayın zamanda her nevi toplumsal eylemi kaydetmiş karelerle dolu. Gazeteciliği iş gibi değil de hayatının merkezindeki temel uğraş olarak gören Öz açısından daha ağır basan motivasyon hangisi acaba: Politik sorumluluk mu, mesleki bir iştah mı, belgeleme arzusu mu?
Görüşmek için gün seçerken o gün nerede, hangi eylemler var bakmak gerekiyor. Gazeteci, fotomuhabiri, son yıllarda kendi tercih ettiği şekliyle politik belgesel fotoğrafçı Ali Öz şu an bir yayın organı için çalışmıyor. Ama çok uzun zamandır onun Türkiye'nin toplumsal ve siyasi hayatını kaydetmesi için bir yerde sözleşmeli çalışması gerekmiyor. Hatta belli kurumlar için çalıştığı dönemlerde dahi işlerini kendi seçmesiyle övünüyor.
1970'lerin sonunda fotoğraf makinesini eline ilk alışından bu yana neredeyse yarım asır geçmiş. Teker teker saymak da kolay değildir, Ali Öz bir milyon kare çekmiş olabileceğini düşünüyor. Kendi başına büyük ama bu koca külliyatın küçük bir kısmı kısa bir süre önce Salt Araştırma Kent, Toplum ve Ekonomi Arşivi'ne yüklenmeye başlandı. Tamamı 5 bin karelik bir koleksiyon olacak. Gerçek bir kamu hizmeti.
“Artık benim de yavaşlamam gerekir. Çek çek nereye kadar?” diyor. 2025 için böyle bir karar almış ama hayata geçirmek pek de mümkün olmamış. Son bir iki haftanın gündemini sayıyor; Kazdağları'nda kesilen ağaçlar, Ankara'da miting, Belgrad Ormanları'na dair yeni planlar, becerebildiği kadarıyla hepsinde bulunmak istiyor. Hatta biz görüşeceğiz, sonra da çıkacak Beşiktaş Belediyesi'nin önüne gidecek. Tam o gün Belediye Başkanı Rıza Akpolat gözaltına alınmış, önünde eylem olacak. Ciddi bir beyin rahatsızlığı geçirip hastaneden çıkar çıkmaz kadınların 8 Mart Gece Yürüyüşü'nü takip etmek üzere Sıraselviler'de olan bir insan. Gitmese rahat edemeyecek.
Ali Öz'ün fotoğraf arşivi neredeyse elli yıla yıla yayılan Türkiye tarihinde emeğin hikâyesini belgeleyen, ayın zamanda her nevi toplumsal eylemi kaydetmiş karelerle dolu. Gazeteciliği iş gibi değil de hayatının merkezindeki temel uğraş olarak gören Öz açısından daha ağır basan motivasyon hangisi acaba: Politik sorumluluk mu, mesleki bir iştah mı, belgeleme arzusu mu?
“Biz tarihe not düşen insanlarız, asıl görev o. Benim yaşamımdan gelen sınıf temelli bir bakış açım var” diyor. Önce babaya isyanla başlamış onu buralara taşıyan hikâye. Annesiyle boşandıktan sonra ikinci evliliğini yapan babası onu yanına almış. Babasının zaman içinde annesine, ablasına, kızkardeşine yaşattıkları, kendi üzerinde kurduğu baskı bir mayıs günü isyan ettiriyor, orta sondayken tekrar Silifke'deki köylerine kaçıp annesinin yanına yerleşiyor. Şehirde büyümüş, toprak çapa nedir bilmeyen bir çocuğun zorluklarla tanışması ve tüm hayatına yayılacak mücadele bilinci bu şekilde başlıyor aslında.
Emekçi annesinin ona öğrettikleri, domates tarlalarında çalışarak tefecinin, tüccarın topraksız köylüye yaşattıklarını bizzat deneyimlemesi, derken 68 kuşağını ucundan yakaladığı lisedeki bilinçlenme dönemi... Haksızlıkları yaşayarak öğrendiğini, okumayı de seven bir çocuk olduğu için ufkunun böyle böyle açıldığını söylüyor. Hiçbir rol modeli yok, ama tüm bunlara karşı bir mücadele alanı gibi gördüğü gazeteciliğe bu dönem karar veriyor ve ilk tercihi olan Ankara Üniversitesi Basın Yayın Yüksekokulu'nu o yıl kazanıyor.
Hayatını değiştiren çoban
Arşivden seçtiğimiz kareler üzerinden devam edeceğiz hikâyesine. 1978'de Köy-Koop'un bir parçası olmasıyla hayatında ilk kez fotoğraf makinesi oluyor ve iştahla etrafında ne bulursa çekmeye başlıyor. Annesini, köyünden insanları, köy hayatını. Bu seçtiğimiz karedeki de köyünden bir çoban. Okul devam ederken bolca ödül alacağı yarışmalardan birine yolluyor bu kareyi de. Yazgülü Aldoğan çok beğenip bu fotoğrafı odasına asıyor. O ara yakında çıkacak olan Nokta dergisi için İstanbul'a davet ettiği üç gençten biri Ali Öz olacak. O yüzden hayatının akşını değiştiren fotoğraflarından biri bu. 1982 yılının sonlarında karlı bir gün İstanbul'a vardığında kalacak yeri yok. “Sendikacı Gönül Abla” altı ay onu evinde misafir etmese Nokta'daki işe de devam edemeyecek.
Öz, kendisini çok kapışan biri olarak tarif ediyor. Nokta dergisinin fotoğraf editörüyle arasında uzun zamana yayılan gerginlik, araya da askerliğin girmesiyle bir kopuşa neden oluyor. Döndüğünde iş akdini feshedilmiş buluyor. Senelerden 1985, işsiz ve parasız İstanbul günleri başlıyor. Uzun sürmüyor, Güneş, Milliyet gazeteleri, Aktüel, Tempo dergileri, derken Cumhuriyet, Star, NTV, Birgün. “Basının vazgeçilmezi” olduğunu söylüyor o yıllarda.
Dönüştürülemeyen yanıyla Tarlabaşı
Farklı sektörlerde emeğin, üretimin, işçilik süreçlerinin belgelenmesi Öz'ün hep önceliklerinden olmuş. Seçtiğimiz ikinci fotoğraf 1979'da yine Köy-Koop'un Anadolu'da örgütlenme faaliyetleri çerçevesinde Denizli, Buldan'a yapılan bir seyahatten. Babadağ'da bir tekstil fabrikasında çalışan kadınişçiler. Hayatta ekonomi bilgisini aldığını söylediği annesine hayranlığı üzerinden kadın emeği hep takip ettiği başlıklardan biri olmuş.
Buradan üçüncü kareye bağlanıyoruz. Kendi imkânlarıyla Adana'ya gidip tarım işçilerini çekmeye de hayatının yirmi yılını pamuk işçiliği yaparak geçiren annesi üzerinden karar veriyor. Onunla gitmese de, bizatihi onun yaşadıkları olmasa da başka “Ünzilelerin” hikâyesine yakınlaşmak istiyor. Fikret Otyam'ın, Yaşar Kemal'in yazdıklarını okuyor bir yandan. Adana'da pamuk işçilerini başka zamanlarda da fotoğraflayacak ama bu karede yıl 1981.
Acaba annesi o zaman bu kareleri görünce ne düşünmüştü? “Annem Tarlabaşı sergime gelmişti ama bunları gördü mü emin değilim” diyor. Ama bir pamuk hatırası ekliyor. Annesi, ablası kamyona atlamış pamuğa gidiyorlar. O zaman iyice küçük olan kızkardeşini anneanneye bırakmak istiyorlar. Altı yaşındaki kızkardeşi tutturunca mecburen onu da alıyorlar kamyona. Fakat o yaşta çocuk pamuk toplamanın yordamını, pamuk çizisini nereden bilecek. Bir erkek işçinin ayağına dolanınca adam tokadı patlatıyor. “Kör olasıca, çocuğuma niye vurdun?” diye bağırıyor annesi. Ertesi sabah uyanıp tekrar tarlaya dönüyorlar, adamın gözleri görmüyor. Ona da uzanacak hikâyeye devam ediyor Öz: “Annem kör olasıca diye o kadar içten söylemiş ki, adam ne yaptın bana Ünzile demiş sabah. İlginç ama bende de vardır, kırk yıldır İstanbul'da mücadele ediyorum, bana da kim kötülük ettiyse normal kalmadı.”
Dördüncü kare yine fotoğraf hayatı boyunca takip edeceği bir başlıktan, çöplüklerden. 1986'da gittiği Ümraniye çöplüğü birkaç yıl sonra sıkışan metan gazı yüzünden patlayacak, belki o gün tanıştığı insanlar hayatını kaybedecek. Ümraniye dışında Kemerburgaz, Kazlıçeşme, Halkalı çöplükleri de dosyalar halinde duruyor arşivinde. Bir de yakın zamandan Bodrum, Gümüşlük çöplüğü aklında kalmış, çekim yapmasına izin vermemişler. “İnanılmazdı” diyor, “Salgado fotoğrafları gibi bir iş çıkabilirdi. Bazı fotoğraflar çekemesem de kafamda yer ediyor böyle.”
Beşinci olarak seçtiğimiz Tarlabaşı'ndaki fotoğraf 1987'den fakat Tarlabaşı onun hayatı boyunca gidip geldiği, dönüşümünü belgelediği bir yer. Her şeyden önce İstanbul'a geldiği yıllarda bir arkadaşıyla tuttuğu ilk evi Tarlabaşı'nda olduğundan oralı sayılır. Bir mahalle sakini olarak fotoğraflamaya başladı önce. Sonra da 1 Mayıs'tan Kürt meselesine çeşitli toplumsal olayların uzantılarını o mahallede de kaydetti.
Mahallenin kendi dönüşümünü şöyle anlatıyor bugünden baktığında: “Aslında değişen fazla bir şey yok. Orası da biraz Sulukule gibi oldu bence. Sulukule'yi zengin bir mahalle yapacağız diye mahvettiler ama yapamadılar. Tarlabaşı'nda da yol kenarına yaptıkları binaları satmaya çalışıyorlar. Hiçbir zengin orada, o koşullarda yaşamaz. Ofis olur, Araplara satılır ama hayal ettikleri dönüşümü beceremediler. Ama şu önemli, oradaki insanlar zorla evlerinden atıldılar. Ahmet Amca vardı mesela, en son zorla evinden çıkarılırken kalp krizinden öldü. Hırsızlara özellikle yol verdiler, evlere girsinler de yağmalasınlar diye. Binaların temellerini oynattılar, bir sürü ev gözümün önünde yıkıldı.”
Yapay zeka zamanları
Salt'ın arşivine eklenen Ali Öz fotoğraflarının dışında kalan, Burhan Özbilici'nin çektiği bu altıncı kare bunca yıl Türkiye'de toplumsal hareketleri takip etmenin, çatışmalı bölgelerde haber muhabirliği yapmanın neye benzediğini özetleyebilir. 1992 yılının 21 Mart'ı, Cizre'de birden kana bulanan Newroz alanı. Karede en solda görünen İzzet Kezer öldürülecek, Öz otel tarandığında kendini teras boşluğuna atacak, parmağı kırılacak.
“O dönem fotoğraf çok kıymetliydi, ve fotoğraftan korkuyorlardı. Yaşananları belgeliyordu çünkü” diyor Ali Öz. Bugün bu tür belgesel fotoğrafların gücüne dair ayrıca düşünmek gerekiyor. Yapay zekayla üretilen görseller ve bunun sistematik bir manipülasyon aracı haline gelmesi elbette ki işin bir yanı. Ama mesele bununla da bitmiyor. Örneğin Gazze'de soykırım sürerken ve orada hâlâ fotoğraf çekerek hayatını riske atan muhabirler varken, yani aslında yaşananlar belgeliyken, yapay zekayla üretilmiş soykırım kareleriyle üzülmeyi tercih edebiliyor insanlar. Daha dramatik, daha etkili olan bir kare yeğleniyor. Gerçeğin kendisi gerçeği anlatmaya yetmiyor; gerçeğin kaydı inandırıcılığını, gücünü yitiriyor. O tüm bunlara dair ne düşünüyor?
“Ben açıkçası geleceğe dair çok korkuyorum. Bir fotoğrafa bakıyorum, belki yapay zekayla geliştirildi bilemiyorum, bazen beni bile kandırabiliyorlar çünkü. Eşim diyor ki keşke bütün fotoğrafların sağlam biçimde bir yere teslim edilse. Çünkü bu arşiv ileride uygunsuz insanların eline geçerse istedikleri gibi manipüle edebilirler. Bu arşivin tamamını teslim etmek ve özgürleşmek istiyorum. Onu bırak insanların en pahalı makineleri aldığı zengin mesleği haline geldi fotoğrafçılık bir yandan. Filtreler, şunlar bunlar. Açık konuşacağım, tüküreyim sizin güzel fotoğrafınıza diyorum; ben güzel fotoğraf çekmeyeceğim. Ben gerçeği aktarmak için uğraşan bir fotoğrafçıyım. Mesela hendek savaşları sırasında çalışmayan bir gazeteci olarak oralara gittim. Gücüm yettiği kadar da çektim. Takdir edersin ki bir kuruma bağlı olmadan çalışmak daha da zor. Sürekli Basın Kartı taşıyan bir insanım ama seni koruyacak hiçbir kurum yok arkanda. Buna rağmen debeleniyorum. Dünyada böyle bir adam var mı bilmiyorum, kırk yılı geçmiş, hep kendi ülkesinin hikayesini anlatıyor.”