OHANNES KILIÇDAĞI

Ohannes Kılıçdağı

MUHALEFET ŞERHİ

Malum olduğu üzere nostalji öyle bir hissiyat ki geçmişin kötü, çirkin, olumsuz yanlarını törpüleyip onu neredeyse kusursuz bir zaman dilimi olarak algılıyor; geçmişte bir güvenlik ve huzur hâli gerçekten var olsa da olmasa da o güvenlik, huzur, dertsizlik hâlini geçmişe atfediyor. Nostalji, aynı zamanda bir devamlılık ve dolayısıyla bir mana hissinin doğmasını kolaylaştırıyor. Geçmiş, sadece artık ulaşılamaz olduğu için iyi ve güzel bir şey hâline geliyor. Akıl, nostalji hakkında bu teşhisleri yapsa da gönül geçmişe iyi gözle bakmaya devam edebiliyor.

Bu kuşağın kaybı veya sonlanması tek tek değerli insanların yitirilmesinden öte, bir zihniyetin, bir haletiruhiyenin, bir çabanın yitirilmesi demek olduğu için de büyük bir kayıp. Biz sonraki kuşakların onlara karşı bir borcu da bu kaybın acısını telafi veya tamir, o da değilse varoluş inadını canlı tutmaktır sanırım.

Unutmamak gerekir ki mülteci durumuna düşenlerin de bir zamanlar tıpkı bizimki gibi normal ve rutin bir hayatları vardı, en azından onlara öyle geliyordu. Bu ihtimalin kuvvetli mi yoksa zayıf mı olduğu, içinde yaşadığınız sosyoekonomik ve sosyopolitik yapının ne kadar istikrarlı, ne ölçüde mutabık kalınmış kurallar ve süreçler üzerine oturduğuyla ilgilidir tabii. İç barışını tesis edememiş, bir kesimin başka bir kesimi baskı altında tuttuğu, üzerinde mutabık kalınmış kuralların yani hukukun değil gücün hüküm sürdüğü toplumlarda bu ihtimal daha kuvvetlidir.

Kötü örnekler birbiri arkasına gelmeye devam ediyor. Peki neden böyle oluyor? Bunlar birer tesadüf mü? Sadece yanlış insanların yönetime gelmesinin bir sonucu mu? Hayır değil. Sistem daha doğrusu sistemsizlik yüzünden oluyor bu yolsuzluklar. Zaten yönetim mekanizmalarında denetleme, yanlış insanların önünü kesmek için vardır. İnsanların hepsi doğru olsaydı denetleme mekanizmalarına bu kadar ihtiyaç duymazdık ama insanlar sonuçta melek değil, insan.

Çeşitli etno-dinsel grupların birbirlerinin yerleşim yerlerini basarak katliam yapmaları bir şeydir, bir halkın geniş bir coğrafyadan toplu olarak yok edilmesi başka bir şey. Bu, birincisinde bir sorun yok veya grupların karşılıklı olarak birbirini öldürmesinde anormal veya yanlış bir şey yok demek değildir. Fakat, birinci ile ikinci arasında nitelik farkı vardır. Etnik çatışma ve soykırım farklı şeylerdir ama birçok durumda soykırım öncesinde etno-dinsel gruplar arasında uzun süreli çatışma olmuştur zaten. (Sanırım, Yahudi Soykırımı’nın burada bir istisna olduğu söylenebilir.)

Ekrem İmamoğlu’nun, Mardin Büyükşehir Belediyesi’ne kayyım atanması sebebiyle Ahmet Türk’e destek amacıyla yaptığı ziyaret sırasında beraber gezdikleri bir yapının duvarında, üzerinde haç ve Yunanca karakterler bulunan bir taşın görülmesinden sonra, Kürtlerin Ermeni Soykırımı’ndaki rolleri ve bununla yüzleşmeleri sosyal medyada bir kez daha gündem oldu. Türkiye siyaseti söz konusu olduğunda tarihle yüzleşme meselesinde en ilerici pozisyonu sergileyen Kürtler arasında bu konuda bir gerileme olup olmadığı da tartışmaya açıldı. Bu yazıda kısaca bu konu üzerinde duralım.

Bu vergiyi yanlış ve haksız yapan neydi? Bir devletin özellikle savaş gibi zor zamanlarda toplumun varlıklı kesiminden olağan dışı bir vergi alması yanlış mıdır? “Hayır, değildir” dediğimizi varsayalım. Varlık Vergisi de böyle bir vergi olsaydı muhtemelen onu bugün bu kadar konuşmazdık. Gelgelelim, resmî devlet yetkililerinin o zaman ve kimilerinin bugün hâlâ iddia ettiğinin aksine, Varlık Vergisi sadece varlıklı olanlardan alınmış bir vergi değildir. Dahası, tüm varlıklılardan aynı biçimde, aynı oranda alınmış bir vergi de değildir. Çok orantısız biçimde, Ermeni, Yahudi ve Rum toplumlarının yanı sıra, vergiyi salanların ‘dönme’ diye tabir ettikleri, sonradan ve sadece görünüşte Müslümanlığı tercih ettiği düşünülen kesimi hedeflemiştir.

“Öcalan istediklerini vermedi, onlar da kayyum atayarak gözdağı veriyorlar” deniyor. İyi de, tüm o sözleri Öcalan’la konuşmadan mı söylediler, o çıkışları Öcalan’ı yoklamadan mı yaptılar? Bu pek mantıklı değil. Kaldı ki, 25 senedir hapiste tutulan Öcalan veya zaten birçok kayyum darbesiyle karşı karşıya kalan DEM’in fazladan üç kayyumla yılacağını düşünmek de pek mantıklı değil. Başka bir teori de, iktidar bloğu veya devlet içinde normalleşme/açılım hamlesini yapanlar ile kayyum atayanların farklı aktörler olduğu.

“Kürtlerin ne sorunu var ki canım” mealindeki küçümseyen, retorik soru tekrar ortaya atıldı. Sorunun ne olduğuna geçmeden önce söylenmesi gereken şu ki Kürtlerin sorunu olup olmadığına Kürtler karar vermelidir. Hatta, bir grup Kürt bile başka bir grup Kürt’ün sorunu olup olmadığına, bununla ilgili bir talebi olup olmaması gerektiğine karar veremez. Bu, temel insan hak ve özgürlükleriyle ilgili bir sorun ve taleptir. Dolayısıyla, bir kimse kendi haklarından vazgeçiyor diye başkalarının da vazgeçmesini bekleyemez.

Şurası da ironiktir ki, senelerce Öcalan’ı etkisizleştirmeye çalışan, tecrit politikasıyla bu etkisizleştirme operasyonunu zirvesine taşıyan bir siyaset tarzı ve onun yapıcıları, şimdi Öcalan’ın sözünün etkisinden yararlanmaya çalışıyorlar. Bu da onlar adına bir öngörüsüzlük olsa gerek.