OHANNES KILIÇDAĞI
“Ermenilerin başına gelen Kürtlerin de başına gelir mi?”
Çeşitli etno-dinsel grupların birbirlerinin yerleşim yerlerini basarak katliam yapmaları bir şeydir, bir halkın geniş bir coğrafyadan toplu olarak yok edilmesi başka bir şey. Bu, birincisinde bir sorun yok veya grupların karşılıklı olarak birbirini öldürmesinde anormal veya yanlış bir şey yok demek değildir. Fakat, birinci ile ikinci arasında nitelik farkı vardır. Etnik çatışma ve soykırım farklı şeylerdir ama birçok durumda soykırım öncesinde etno-dinsel gruplar arasında uzun süreli çatışma olmuştur zaten. (Sanırım, Yahudi Soykırımı’nın burada bir istisna olduğu söylenebilir.)
Kürtler ve tarihle yüzleşme
Ekrem İmamoğlu’nun, Mardin Büyükşehir Belediyesi’ne kayyım atanması sebebiyle Ahmet Türk’e destek amacıyla yaptığı ziyaret sırasında beraber gezdikleri bir yapının duvarında, üzerinde haç ve Yunanca karakterler bulunan bir taşın görülmesinden sonra, Kürtlerin Ermeni Soykırımı’ndaki rolleri ve bununla yüzleşmeleri sosyal medyada bir kez daha gündem oldu. Türkiye siyaseti söz konusu olduğunda tarihle yüzleşme meselesinde en ilerici pozisyonu sergileyen Kürtler arasında bu konuda bir gerileme olup olmadığı da tartışmaya açıldı. Bu yazıda kısaca bu konu üzerinde duralım.
Zor zamanlarda tekrar Varlık Vergisi
Bu vergiyi yanlış ve haksız yapan neydi? Bir devletin özellikle savaş gibi zor zamanlarda toplumun varlıklı kesiminden olağan dışı bir vergi alması yanlış mıdır? “Hayır, değildir” dediğimizi varsayalım. Varlık Vergisi de böyle bir vergi olsaydı muhtemelen onu bugün bu kadar konuşmazdık. Gelgelelim, resmî devlet yetkililerinin o zaman ve kimilerinin bugün hâlâ iddia ettiğinin aksine, Varlık Vergisi sadece varlıklı olanlardan alınmış bir vergi değildir. Dahası, tüm varlıklılardan aynı biçimde, aynı oranda alınmış bir vergi de değildir. Çok orantısız biçimde, Ermeni, Yahudi ve Rum toplumlarının yanı sıra, vergiyi salanların ‘dönme’ diye tabir ettikleri, sonradan ve sadece görünüşte Müslümanlığı tercih ettiği düşünülen kesimi hedeflemiştir.
Hava puslu ve karanlık
“Öcalan istediklerini vermedi, onlar da kayyum atayarak gözdağı veriyorlar” deniyor. İyi de, tüm o sözleri Öcalan’la konuşmadan mı söylediler, o çıkışları Öcalan’ı yoklamadan mı yaptılar? Bu pek mantıklı değil. Kaldı ki, 25 senedir hapiste tutulan Öcalan veya zaten birçok kayyum darbesiyle karşı karşıya kalan DEM’in fazladan üç kayyumla yılacağını düşünmek de pek mantıklı değil. Başka bir teori de, iktidar bloğu veya devlet içinde normalleşme/açılım hamlesini yapanlar ile kayyum atayanların farklı aktörler olduğu.
Bütün Bakanlar Kurulu Kürt olsa ne fayda
“Kürtlerin ne sorunu var ki canım” mealindeki küçümseyen, retorik soru tekrar ortaya atıldı. Sorunun ne olduğuna geçmeden önce söylenmesi gereken şu ki Kürtlerin sorunu olup olmadığına Kürtler karar vermelidir. Hatta, bir grup Kürt bile başka bir grup Kürt’ün sorunu olup olmadığına, bununla ilgili bir talebi olup olmaması gerektiğine karar veremez. Bu, temel insan hak ve özgürlükleriyle ilgili bir sorun ve taleptir. Dolayısıyla, bir kimse kendi haklarından vazgeçiyor diye başkalarının da vazgeçmesini bekleyemez.
Artık herkes “Kürtler” diye konuşuyor
Şurası da ironiktir ki, senelerce Öcalan’ı etkisizleştirmeye çalışan, tecrit politikasıyla bu etkisizleştirme operasyonunu zirvesine taşıyan bir siyaset tarzı ve onun yapıcıları, şimdi Öcalan’ın sözünün etkisinden yararlanmaya çalışıyorlar. Bu da onlar adına bir öngörüsüzlük olsa gerek.
Nobel vesilesiyle bir kez daha Türklük, Türkiyelilik...
Başka zaman Acemoğlu’nun ‘Türklüğünü’ hatırlamayacak, hatta duruma göre ‘Ermeni’ diye en hafif tabirle istiskal edecek olanlar, bu başarıdan sonra onun Türk olduğuna karar verdiler. Türkiye’de, Ermeni kimliğiyle görünür olmanın zorluklarını inkâr edenler, bir anda Acemoğlu’nun “bu toprakların çocuğu”, “bu toprakların ürünü” olduğunu ilan ettiler. İşin aslına bakacak olursanız, Acemoğlu’nun Ermeni veya Türk oluşunun konuyla ilgisi ve önemi sıfır. Nobel, kişinin kimliğine değil yaptığı işe veriliyor. Bununla ilintili olarak, Acemoğlu Türk, Ermeni hatta Türkiyeli diye gurur duymanın da sağlam maddi bir zemini yok. Gurur duyması gerekenler, Acemoğlu’nun bu noktaya gelmesine hayatı boyunca katkıda bulunanlardır.
Anormal olan değişmeden normalleşme olmaz
Türkiye siyasetinde son zamanlarda gündemde olan normalleşme tartışmalarına da dışarıdan bakan biri, olumlu bir süreç işliyor, “Ne güzel, kavga hâlinde olan iktidarla ana muhalefet partisi barışıyorlar” diye düşünebilir. Fakat daha somut sorular sorup daha somut cevaplar aradığımız zaman manzara o kadar da net değil. Türkiye neden ‘anormal’ bir durumda ki normalleşmeye ihtiyaç var? Bu soruları cevaplamaya giriştiğimizde, bana –ve herhâlde birçok kimseye– göre Türkiye’de anormalliğin en büyük sebebi hukuk ve adalet sisteminin tamamen çökmüş olmasıdır.
Vartuhi Kalantar
Asıl ilgi çekici metin Vartuhi Kalantar’ın hapishane anıları. Ekmekçioğlu’nun aktardığına göre bunlar, Ortadoğu’da bir kadın tarafından yazılmış ilk hapishane anıları. Kalantar, kadınlar koğuşunda tanık olduklarını, âdeta saha araştırması yapan bir antropolog gibi, tüm etnografik detayları (tutuklu veya hükümlülerin giysileri, konuşma biçimleri, deyimler, şarkılar, türküler vs.) vererek, canlı bir anlatımla aktarıyor. Zaman zaman kendinizi bir Orhan Kemal veya Sabahattin Ali öyküsü okur gibi hissediyorsunuz. ‘Cüzzamlılar koğuşu’, ‘kibarlar koğuşu’, Kürt Sinemler, Acem Atiyeler, Arap Fatmalar, Muhacir Ferideler, hapishane başhekimi Zati Bey, ve ‘matmazel’ Vartuhi’yle, âdeta bir Osmanlı mikrokozmosu.
Çöp poşetindeki demokratik hukuk devleti
Bunları söylediğinizde Türkiye’de geniş bir kesim, katili koruduğunuzu düşünüyor ve sanki onun cezalandırılmamasını istiyormuşsunuz gibi davranıyor. Hâlbuki bunları söylemek o kişiyi değil hepimizin hakkını savunmaktır, çünkü devletin ve onun özellikle kolluk kuvvetlerinin belirli sınırlar ve kurallar içinde hareket etmesini tutarlı biçimde talep etmez ve hayata geçiremezsek, o kuralsızlık bir gün bizim karşımıza da çıkabilir.