Bugün ülkemizde gençler, kadınlar ve halkın önemli bir kesimi, yıllardır dayatılan baskı, korku, adaletsiz politikalara karşı ayaktalar ve demokratik, laik, adil bir geleceği birlikte kuracağız diyorlar, direniyorlar. Direnişlerine damgasını vuran anlayış, savunmacı pozisyon almak değil aksine talep etmek ve taleplerini yüksek sesle haykırmak. İşte bu önemli gelişme hepimize önemli fırsatlar sunuyor. Tek adam rejimini mümkün kılan paradigmayı tartışmadan demokratik, çoğulcu, laik, adil, eşitlikçi ve kimseyi dışarıda bırakmayan kapsayıcı bir geleceği nasıl inşa edebiliriz? Bu yazımı bir davetle bitirmek istiyorum. Gelin hep birlikte bu soruları ve elbette daha fazlasını soralım ve geleceğimizi tahayyül edeceğimiz, tartışacağımız bir platform oluşturalım. Peki bu nasıl bir platform olabilir?
Ülke, nicedir her yeni başlayan güne ev baskınları, gözaltı haberleriyle uyanıyor ve bu rezil pratik egemen tarafından sıradanlaştırılmaya çalışılıyordu ki bu defa öyle olmadı. 19 Mart 2025 tarihinden itibaren farklı ve umudu yeşerten sabahlara uyanmaya başladık.
İnsanlar sokağa çıkmaya, demokrasi, özgürlük ve daha iyi bir gelecek talebini haykırmaya başladı. Otoriter/totaliter rejimler suskunluk ister, hakikati hiç sevmez, kendi anlatısına inanan kitleler ister, inanmasa da suskun kalan kayıtsız bireyler ister. Ama bu defa öyle olmadı. Suskunluktan sıyrılan öğrenciler okullarından, geniş halk kesimleri evlerinden, işlerinden çıktılar, önlerine konan çeşitli engellere rağmen bedenlerini ortaya koyarak “senin hikayene artık inanmıyoruz” diye haykırdılar.
Ekrem İmamoğlu’na yapılan haksızlığı protesto için başlayan gösteriler çok geniş bir demokrasi, özgürlük ve adalet talebine dönüştü. Bu defa sokağa çıkanların üstüne copla, tüfekle, biber gazıyla saldırdılar ama nafile, durduramadılar ve daha çok insan aktı sokağa.
19 Mart sabahından başlayarak ben de elimden geldiğince bulunduğum yerdeki eylemlere katıldım, bir de bu ülkedeki milyonlar gibi televizyon haber kanallarına ve cep telefonuma kilitlendim.
Halk eylemlere akıyor, muhabirler insanlara mikrofon uzatıyor ve eyleme geliş nedenlerini soruyorlardı. İnsanlar adaletsizlikten, haksızlıktan, baskılardan, açlıktan şikâyet ediyor, demokrasi, özgürlük ve adalet talep ediyorlardı.
Dikkatimi çeken, hemen herkesin geliş nedenlerindeki ortak vurguydu: “Gelecek için buradayız”. Gençler, geleceklerinden kaygı duyduklarını dile getiriyor, “geleceğim için buradayım” diyordu. Orta yaşlı bireyler; “çocuklarımızın geleceği tehlikede, onlar için buradayım”; yaşlılar ise, “torunlarımızın geleceği için geldik” diyorlardı.
Bir televizyon kanalında Galatasaray Üniversitesi’nden bir genç, hocalarının diplomasının iptalini anlatıyordu. “Bu yapılanlar bizde geleceksizlik hissiyatı oluşturdu, geleceğimizi kendimizin kuracağı hissiyatı oluşturdu” dedi ve ekledi: “Biz geleceği kuracağız iddiasıyla sokağa çıkıyoruz”
Geleceği kurma talebi
Hemen herkesin ortaklaştığı bu talep yani geleceği kurmak talebi, demokrasi, özgürlük ve adalet, laik ve sosyal devlet talepleri ile birleşiyordu ve aslında bir bakıma önümüzdeki dönemde izlenecek yol haritasını da belirliyordu. Bu heyecan verici gelişmenin hepimize yüklediği çok önemli görevler var ve bu talepler esasen adil, eşit ve özgür bir gelecek kurabilmemiz için hepimize çok önemli fırsatlar sunuyor.
Protestolarda elle yazılan bir döviz kanımca hayli anlamlıydı ve bu dövizde aynen şöyle yazıyordu:
“Bütün Mümkünlerin Kıyısındayız”.
Bu dövizin gösterdiği gibi demokratik, adil ve çoğulcu bir gelecek mümkün ve biz bütün bunlara bir adım yakınız.
Tahakküm rejimleri geleceğimizi tahayyül etme kapasitemizi de iğdiş ediyor. Çünkü onlar düşünen, birlikte tahayyül eden bir toplumu hiç sevmezler. Bu yüzden öncelikli görevleri insanların bir araya gelip birlikte düşündüğü kamusal alanları yok etmektir. Bir araya gelip sorunlarımızı barışçıl bir ortamda tartışmamız onların korkulu rüyasıdır. Çünkü onların düşmana ihtiyacı var. Toplumun bir kesimini düşman ilan ederek diğerleriyle yan yana gelmesini engellemek, onların ihtiyaç duyduğu bir şeydir ve iktidarlarını sürekli düşman yaratarak güçlendirirler.
Gençler, kadınlar, işçiler, muhalifler, elimizden alınan kamusal alanları ele geçirmeye başladı bile. O halde gelin ‘kıyısında olduğumuz mümkünleri’ hayata geçirmek için adım atalım.
Mesela;
Nasıl bir gelecek tahayyül ediyoruz sorusuyla başlayalım işe.
Gelecekten beklentiniz nedir, diye sorulan Saraçhane tutuklusu bir genç “Gelecekten beklentimiz geçmişe dönmektir” demiş, (Tuğçe Tatari, t24 11.04.2025) kuşkusuz devamı da var bu söylediklerinin ancak ben ‘Gelecekten beklenti geçmişe dönmek midir?’ diye sormak için sadece bu bölümüne odaklandım. Bu genç arkadaşımızı çok iyi anlıyorum. Çünkü o, bu iktidar ve onun faşizan uygulamaları dışında bir şey yaşamadı doğduğu günden bu yana. Bu iktidar onu boğuyor ve ondan kurtulmak için bu iktidarın öncesine dönmek istiyor. Çünkü bu iktidar Cumhuriyetin kısmi kazanımlarını dahi tasfiye ederek ülkeyi bugün nefes alınamaz bir hale getirdi. Bu genç dostumu gerçekten anlıyorum ama şu soruyu sormadan da edemiyorum: Gelecek geçmişe dönerek mi kurulur, yoksa geçmişe bakarak ve bütün yaşananlardan dersler çıkararak mı?
Hayat bizden bu iktidarı da mümkün kılan eskinin hatalarını görmemizi bekliyor, geçmişe dönerek bunu ertelememizi değil kanımca.
Bu iktidar nasıl mümkün oldu? Taşlarını döşediği yolu onlara kimler, nasıl açtı?
Bu söylediklerimi daha da somutlaştırmak için şimdilik hep birlikte binlercesi içinde sadece bir fotoğrafa bakmamızı öneriyorum.
Bir fotoğrafa bakmak
Günlerden 19 Ocak. Hrant Dink’in katledildiği yerdeyiz. Kol kola girmiş çok sayıda kadının fotoğrafıdır baktığımız. Bu kadınlar Taksim’den Agos’a yürüyen kalabalığın en önündeler.
Ortada Rakel Dink, sağında ve solunda Sezen Öz, Nükhet İpekçi, Filiz Ali, Özge Mumcu, Zeynep Altıok, Canan Kaftancıoğlu, Bengi Heval Öz, Nilgün Soydan, Deniz Tütengil, Ülker Yurdakul, Neşe Bulut, Gül Erdost, Rahşan Anter. Türkan Elçi, henüz bu fotoğrafta yok. O sonradan katılacak.
Rakel Dink’in eşsiz söylemiyle, ‘acıların akraba ettiği’ bu kadınları buluşturan, yakınlarının katledilmesi ve cinayet faillerinden hesap sorulmaması. Bu fotoğrafta görünenlerden çok görünmeyenler de var. Adlarını sayamayacağım kadar çoklar ve sadece bu fotoğraf karesine giren kadınların yakınlarından ikisi hariç diğerleri bu iktidar öncesi zamanda katledilmiş, hesabı sorulmamış, üstü kapatılmış.
Bu fotoğraf bize, fotoğraftaki kadınların adaleti salt kendileri için değil, bu ülkede yaşayan herkes için talep ettiklerini, bunun için bir araya geldiklerini söylüyor. Kuşkusuz ağırdır paramparça bir yüreği taşımak. Onlar bir değil binlerce yüreği kucaklamışlar. Şiddeti kaynağında kurutmak ve yeni acılar üretmediğimiz bir geleceğe ulaşabilmek için birbirimize muhtacız diyorlar ve herkesi aralarında kurdukları yoldaşlığa çağırıyorlar.
Öte yandan bu fotoğraf bize Türkiye’de devletin karakterine, paramiliter güçlere, siyasi ahlaka ve cezasızlık kültürüne dair de çok şey söylüyor.
Sabahattin Ali’den Hrant Dink’e oradan Tahir Elçi’ye devlet şiddetinin devamlılığını gösteriyor. (Öncekilerden şimdilik bahsetmiyorum bile) Farklı biçimlerde, farklı formlarda da olsa bir yönetme ve tahakküm biçimi olarak siyasi cinayetler geleneğine işaret ediyor.
Bu fotoğraf, devlet odaklı gizli örgütlerin, paramiliter güçlerin devlet adına yürüttükleri operasyonların çirkin ve karanlık yüzüne ayna tutuyor. İnşa edilen ulusal kimliğin en temel özelliklerinin ırkçılık, ayrımcılık olduğunu, eşitliğin hiçbir şekilde benimsenmediğini, farklı kimliklerle bir arada yaşamaya tahammül edilemediğini, farklılıkların kökünün kazınmak istendiğini gösteriyor ve kabul edelim ki bu tablo tek adam rejiminin öncesine de uzanıyor.
Hesabı sorulmayan; hesabı sorulmadığı için de tekrar eden geleneksel suç tarihinin fotoğraflarından biridir bu baktığımız. Cezasızlık kültürünün ve cezasızlık hafızasının geçmişten günümüze, kuşaktan kuşağa aktarılan somutlaşmış halidir.
Suçun sürekli işlendiği bir ülkede toplum da suça duyarsızlaşıyor. Her birimiz o suçun parçasıyız artık. Sıradanlaşan suç giderek suç olarak görülme halinden de çıkıyor. Suçlu ve kirli yönetme yapısı normalleşiyor.
Bu ülkenin demokrasiye, insan haklarına inanmış, hukuk dışı yapılarla paramiliter güçlerle mücadele edilmesi için harekete geçen, ülkesinin geleceği için kaygılanan cesur yürekli savcısı, Savcı Doğan Öz, 24 Mart 1978’de öldürüldü. Amaç, sadece onu ortadan kaldırmak değildi, belki ondan da önemli olan, Savcı Doğan Öz’ün, yargı camiası ile ve diğer sivillerle kuracağı ilişkiyi kesmek, hâkimlere, savcılara, topluma gözdağı vermekti. Çünkü bağımsız bir yargı, tahakküm rejimlerinin korkulu rüyasıdır, istedikleri iktidarlarının güdümünde ve muhaliflere karşı bir sopa gibi kullanabilecekleri yargıdır, bunu da başardılar.
Devletin karanlık ve kirli yüzüdür paramilitarizm. Kendine adanmış bedenler yaratmak isteyen devletin her dönem bir beka sorunu, ulusal güvenlik sorunu olagelmiştir. Bu gerekçelerle hukukun dışına çıkar, kriz ve korku üretir; vatandaşlarına tuzaklar, pusular kurar, resmi ya da gayri resmi paramiliter güçleri vasıtasıyla suikastler, cinayetler planlar.
Suçu reddetmekten aleniyete, pervasızlığa
Devamlılığı olan, farklı formlarda süren bir gelenekten söz ediyoruz. Ancak geleneğin bugünkü formunu öncekilerden ayıran önemli bir farkı da gözlemliyoruz nicedir. Geçmişte suçu reddetme ve cezasızlık birlikte yürüyordu, günümüzde ise aleniyet, pervasızlık ve cezasızlık iç içe yürüyor. Bugün suç reddedilmediği gibi aksine kabul ediliyor, sahipleniliyor, meşrulaştırılıyor.
Devlet kurumlarının paramparça olduğu ve farklı grupların etkisi altında bölündüğü, o farklı grupların da kendilerine bağlı çeşitli paramiliter gruplar oluşturdukları, tehditlerin, kurşunların havada uçuştuğu bir dönemi yaşıyoruz. Hangi paramiliter grubun hangi kurumu kontrol ettiğinin belli olmadığı bir dönemdir yaşadığımız.
Hesabı sorulmayan suçların failleri ortalık yerlerde yaşamlarını sürdürüyor, popüler figürler olarak siyasilerin yanında, kolunda, televizyon programlarında, dizilerde birer kahraman karakteri olarak çıkıyor karşımıza. Sevdiklerinin faillerini sürekli karşılarında görmek bu kadınlar için yeni şiddet biçimi haline geliyor. Nasıl bu kadar sakin kalabiliyorlar bir türlü çözemiyorum.
Mesela Doğan Öz cinayetinin tetikçisi, televizyonlarda bir siyasi partinin genel başkanlığına aday saygın bir iş adamı olarak ağırlanıyor, röportajlar veriyor, isminin başına “sayın” sözcüğü eklenerek sunuluyordu.
Mesela, Hrant Dink cinayetinin tetikçisini ortalarına alan güvenlik güçleri, bir katile kahraman muamelesi yaparak onunla fotoğraf çektirmek için birbirleriyle yarışıyorlardı.
Yani bu sistem, birbirinden güzel ve değerli evlatlarını katletmekle kalmıyor eşlerini, çocuklarını, her gün yeni bir formuyla sahnelediği psikolojik teröre maruz bırakıyor. Yani onlardan direnişçi kimliklerinden soyunarak “kurban” kimliğine bürünmeleri isteniyor. Beyhude bir çaba bu. Çünkü bu kadınlar, en başından onlara biçilmek istenen rolü ellerinin tersiyle ittiler, “kurban” kimliğini reddettiler. Geçmişi silmediler, sahiplendiler, hatırladılar, hatırlattılar, bütün bunları yaparken de hep geleceğe, hep dermana odaklandılar. Yılmadan usanmadan gerçeğin ve adaletin peşinden koştular. Onlardan öğreneceklerimiz var.
Bugün ülkemizde gençler, kadınlar ve halkın önemli bir kesimi, yıllardır dayatılan baskı, korku, adaletsiz politikalara karşı ayaktalar ve demokratik, laik, adil bir geleceği birlikte kuracağız diyorlar, direniyorlar.
Direnişlerine damgasını vuran anlayış, savunmacı pozisyon almak değil aksine talep etmek ve taleplerini yüksek sesle haykırmak. İşte bu önemli gelişme hepimize önemli fırsatlar sunuyor.
Tek adam rejimini mümkün kılan paradigmayı tartışmadan demokratik, çoğulcu, laik, adil, eşitlikçi ve kimseyi dışarıda bırakmayan kapsayıcı bir geleceği nasıl inşa edebiliriz?
Bu yazımı bir davetle bitirmek istiyorum.
Gelin hep birlikte bu soruları ve elbette daha fazlasını soralım ve geleceğimizi tahayyül edeceğimiz, tartışacağımız bir platform oluşturalım.
Peki bu nasıl bir platform olabilir? Bahsettiğim konulara kafa yoran tüm kesimlerin görüş ve önerilerini yeni başladığım bu köşemdeki e mail adresime yayınlanmak üzere (dileyenler açık kimlikleriyle, dileyenler rumuz kullanarak) göndermeleri, güzel bir başlangıç olabilir. Hep beraber düşünmeye devam edelim, ne dersiniz?