CHP’nin tabanının bir kısmı (bu anlayışta olanlar CHP’nin tabanıyla sınırlı değil) “Kürtleri” gösterilerde görmek istemiyor çünkü onların desteği olmadan da iktidar değişiminin mümkün olduğunu göstermek istiyorlar. Böylece, onlara ihtiyaç olmadığını da göstermiş olacaklar. Nitekim, aynı anlayışı “İstanbul belediyesi nasıl kazanıldı” ve “cumhurbaşkanı adayı kim olsun” tartışmalarında da görüyoruz. Bu grup, İstanbul’un kazanılmasının “Kürtlere borçlu” olunmadığını iddia ediyor ve cumhurbaşkanlığı seçimlerinde de onların oyuna ihtiyaç olmayacağını dolayısıyla Mansur Yavaş gibi bir profilin aday olabileceğini savunuyorlar. Geçen yazıyı “Devlet zihniyetinin ve müesses nizamın öteden beri en çok çekindiği hatta korkulu rüyası diyebileceğimiz şey, şehirli eğitimli orta üst sınıf Türklerin Kürt siyaseti ve toplumuyla fikirsel, eylemsel, duygusal ve moral bir yakınlaşmaya girmesidir” diyerek bitirmiştim. Bu yakınlaşma aynı zamanda Türkiye demokrasisinin ilerlemesinin anahtarıdır.
Geçen yazımızda İmamoğlu’nun önce gözaltına alınması sonra tutuklanmasının akabinde ortaya çıkan manzaranın ve bunun en önemli parçası olarak sokakta görünür olan tepkinin, CHP ve DEM Parti ve bunların tabanları arasındaki ilişkiye etkisinden bahsetmiş, yönetici katında karşılıklı olarak verilen mesajların olumlu olduğundan ama tabanların bu konjonktürde bu iki parti arasındaki bir yakınlaşmaya daha mesafeli veya daha soğuk durduğundan bahsetmiştik.
Tabanların soğukluğu hususunun ayrıntılarına biraz daha girecek olursak, Kürt tabanının mesafeli durmasının nedenlerinden biri de sokağa çıkan kalabalıklar içinde Türkçü, milliyetçi, Kemalist eğilimlerin oldukça görünür olması. Bu kadar büyük kalabalıkların katıldığı her gösteride olduğu gibi kitleyi tek bir kategori veya etiket altında toplamak mümkün değil. Başka bir deyişle, İstanbul ve diğer şehirlerde gösterilere katılanlar ideolojik ve siyasi düzlemde heterojen ve çok parçalı bir görüntü arz ediyor. Öte yandan, ulusalcı veya milliyetçi ve Kemalist damar çok belirgin biçimde görünüyor. Bu, bir bakıma gösterici kalabalığın siyasi pozisyonu açısından çelişkili durumların ortaya çıkmasına da sebep olabiliyor. Örneğin, gösteriler sırasında sıkça atılan iki sloganın, “hak, hukuk, adalet” ve “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” olduğunu gördük. Buradaki çelişki şu: bir yandan herkes için hak, hukuk, adalet talep ettiğiniz iddiasında olup -ki bu herkese eşit muamele talep etmeden olmaz- bir yandan da yöntemleri açısından sizin talep ettiğiniz hak, hukuk, adalet ile çelişen tarihsel bir figürün askerleri olmak. Bilmem bu noktada uzun uzun tarih anlatmaya gerek var mı?
Öte yandan, bu birkaç bakımdan anlaşılabilir bir durum (“anlaşılabilir” demek sorunsuz demek değildir). Birincisi, Atatürk figürü, Kemalist söylem ve jargon konforlu bir muhalefet alanı sağlıyor. Evet, bu figür ve söylemler iktidarın ve onun toplumsal tabanının nefretine hedef oluyor ama tam da bu yüzden bir yandan “muhalefet” olma vasfını bu şekilde neredeyse otomatikman kazanırken bir yandan da Atatürk figürünün ve Kemalist söylemin kuşaklardır kazandığı itibar ve meşruiyet alanı içinde hareket etmiş oluyor. İktidara ve onun baskısına muhalefeti, farz-ı misal sosyalist veya liberal ideoloji ve söylem içinden, o terminolojilerle yapsanız muhalefetiniz saldırıya daha açık, dolayısıyla daha kırılgan olacak. Halbuki, Atatürk figürü ve Kemalizm daha korunaklı.
Bu açıdan bakınca Atatürk ve Kemalist söylem ve sloganlar, bunları dillendirenlerin üzerinde bilinçli bir şekilde hemfikir oldukları somut bir içerikten ziyade muhalif olmanın bir sembolü aslında. Bununla bağlantılı olarak ikinci bir husus da şu. Gösterilere katılanların yaş ortalaması hayli düşük (yüksek de olsa söyleyeceğim şey açısından fark eder miydi tartışılır). Kemalizm’in korunaklı olmasının yanı sıra insanların muhalefetlerini formüle ve ifade edebilecekleri başka bir kavram setleri, bagajları ve terminolojileri de olmayabilir çünkü ülkemizde hem devletten hem toplumdan kaynaklanan sınırlar ve aynı zamanda eğitim sisteminin ve anlayışının güdüklüğü sebebiyle gençler, farklı siyaset teorilerinden/felsefelerinden ve ideolojilerden haberdar olamıyor. Mesela, ülkemizde kimi komünizme kimi liberalizme kimi ikisine birden küfür eder ama bunların asgari önermelerini hakkıyla kaç kişi bilir çok şüpheli. Sonuç olarak, elinde hangi ideolojik ve davranışsal bagaj ve kavram seti varsa kendini o bagaj ve kavram seti üzerinden ifade etmesinde şaşılacak bir taraf yok.
CHP’nin tabanının bir kısmı (bu anlayışta olanlar CHP’nin tabanıyla sınırlı değil) “Kürtleri” gösterilerde görmek istemiyor çünkü onların desteği olmadan da iktidar değişiminin mümkün olduğunu göstermek istiyorlar. Böylece, onlara ihtiyaç olmadığını da göstermiş olacaklar. Nitekim, aynı anlayışı “İstanbul belediyesi nasıl kazanıldı” ve “cumhurbaşkanı adayı kim olsun” tartışmalarında da görüyoruz. Bu grup, İstanbul’un kazanılmasının “Kürtlere borçlu” olunmadığını iddia ediyor ve cumhurbaşkanlığı seçimlerinde de onların oyuna ihtiyaç olmayacağını dolayısıyla Mansur Yavaş gibi bir profilin aday olabileceğini savunuyorlar.
Geçen yazıyı “Devlet zihniyetinin ve müesses nizamın öteden beri en çok çekindiği hatta korkulu rüyası diyebileceğimiz şey, şehirli eğitimli orta üst sınıf Türklerin Kürt siyaseti ve toplumuyla fikirsel, eylemsel, duygusal ve moral bir yakınlaşmaya girmesidir” diyerek bitirmiştim. Bu yakınlaşma aynı zamanda Türkiye demokrasisinin ilerlemesinin anahtarıdır. Dolayısıyla, hem CHP hem toplumsal muhalefet içinde Kürt siyasetine hangi tür yaklaşımın baskın çıkacağı ülkenin alacağı istikameti belirleyen faktörlerden biri olacaktır. Tabii, CHP’nin bünyesinde Bolu Belediye Başkanı Tanju Özcan gibi ırkçıların olması bu açıdan olumsuz, umut kırıcı bir veridir.