PINAR ÖĞÜNÇ

Pınar Öğünç

Bu gelgitli siyaseti soğukkanlılıkla anlamlandırmak, kalıcı bir çözümün, onurlu bir barışın en küçük ihtimalini heba etmek istemeyenler açısından önemli. “Otorı̇ter Çatışma Yönetı̇mı̇ Açısından 2015 Sonrası Değı̇şen Dı̇namı̇klerı̇yle Kürt Sorununa Bakmak” başlıklı rapor bazı taşları yerine oturturken kaynaklık edecek bir bakış açısı sunuyor. Rapor, otoriter yönetimlerin çatışma süreçlerini özellikle “çözümsüzlük” aşamasında tutmayı kendileri açısından bir tür çözüm olarak aldığı, bunu da sadece askeri güçle değil bir dizi siyasi, mekânsal ve ekonomik politikalarla destekleyerek hayata geçirdiği temel fikrine dayanıyor. Çatışmanın altında yatan yapısal nedenler özellikle ele alınmıyor, çözüme yönelik her tür demokratik alan tehlike olarak alınıyor, uluslararası aktörlerin dahli kabul edilmiyor. Neoliberal politikalarla eşgüdümle işletilebiliyor, yolsuzluk bir araç olarak kullanılabiliyor.

Laflar laflara karışıyor. Bavullara tekerlek icat edilince biten demiryolları hamallığı... Merkez Bankası açılırken Avrupa'dan gelen altınları taşıyan trenler, hamallar... Kamusal alanların, kamu yararı kavramının öldürülüşü... Tugay Bey endüstriyel mirası da, sermayenin planlarını da emek üzerinden okuyor hep. Zamanında ortaya atılan gökdelenli rant projesi hayata geçemediyse bunda garlara bu çerçeveden bakarak direnenlerin, hem yargı yolunu hem de sokakları zorlayanların önemi büyük. 668 hafta ne demek! Haydarpaşa Dayanışması bu pazar 668. kez bir araya gelecek ve Haydarpaşa Garı'na dair bu yeni projeye karşı seslerini yükseltecek.

Sadece Türkiye'de değil, tüm dünyada yükselen sağ, güçlenen “faşist enternasyonel” ile birlikte “Irkçı değilim ama...” diye başlayan ürkek ton aşılarak “malum ırk” çıkışlarının havada uçuştuğu, “ırkçılık hakkının elinden alınmasına” isyan edilen bir noktaya geliyor; gündelikleşmiş, mizahla karılmış, hedef kitleden görünmezlik değil yok olmasını talep eden bir doz normalleşiyor. İstos Yayın'ın the London School of Economics'in desteğiyle 19-20 Ekim tarihlerinde düzenlediği “Türkiye'de Irkçılık” konulu konferans tüm bunları masanın görünür yerine çekme ve tartışma niyeti taşıyordu.

11 Kasım'a kadar sürecek olan Çanakkale Bienali'nin mekânlarından biri Türkiye'nin arkeoloji alanına odaklanmış en önemli kütüphanelerinden sayılan Korfmann Kütüphanesi. Merdivenleri çıktıktan sonra, arkeoloji kitaplarıyla dolu salonda o gülüşmelerin kaynağı olan yaşları yedi ile on yedi arasında değişen altı kızı bulmak ve içlerinden birinin “Arkeolog ne demek?” diye soruşuna denk gelmek, hayatın kimi zaman önünüze düşürdüğü, şükran duyulacak anlardan. Bir zamanlar bu kattan başka çocuk sesleri geliyordu. Troya kazılarına başkanlık yapan Manfred Osman Korfmann'a adanmış bir kütüphane olmadan önce burası tütün deposuydu ama asıl hemen yanda 1669'da kurulan Surp Kevork Kilisesi’ne bağlı Sübyan Okulu olarak inşa edilmişti. Açılış için Çanakkale'ye gelen Blandy ve Achiampong, paylaştıkları politik dertler üzerinden işler yapıyor. Bilimsel bilginin, teknolojik ilerlemenin kök saçaklarına yerleşmiş kolonyalizme, popüler kültürün görsel simgelerine sinmiş ırkçılığa dokunan deneysel videolar, performanslar...

5 Ekim'de Çanakkale'nin Cumhuriyet Meydanı'nda galiba şimdiye kadar madenciliğe karşı yapılan en geniş katılımlı mitingde köylüler sahneye çıktığında çok heyecanlıydılar.

Kadınlar, emek piyasasında cinsiyet temelli ayrımcılığı; iş aramadan çalışma koşullarına, ofis hayatından işsizlik süreçlerine her safhada enselerinde hissediyor. İlerleyen yaşla birlikte çeşitlenen mağduriyetler ise milyonlarca kadını etkilemesine rağmen hepten görünmez halde. Kadın İşçi (www.kadinisci.org) yayın çizgisini kadın emeği odağına oturtan kıymetli bir habercilik yapıyor. Sitenin ardındaki Kadın İşçi Dayanışma Derneği, bir süre önce “50 Yaş Üstü Kadınların Ücretli Emek Alanında Karşılaştıkları Cinsiyet Temelli Ayrımcılıklar Ve Çözüm Önerileri” başlıklı bir raporu duyurarak bu alanın görünmezliğine el attı. Peki 50 yaşını aşmış kadınlar ne yapıyor?

2021'den sonra faaliyete geçen S Tipi ve Y Tipi Ceza İnfaz Kurumları ya da Yüksek Güvenlikli Ceza İnfaz Kurumu olarak tarif edilenlerse büyük kısmı tek kişilik hücrelerden oluşan, hem mimari yapıları hem de uygulamaları nedeniyle tecritin hüküm sürdüğü yapılar. Gökyüzü havalandırmada dahi görünmüyor, tüm iletişim megafon ve butonlarla sağlandığı için tamamen insansızlaştırıcı, açık görüş her mahpus için ayrı olduğundan daha da yalnızlaştırıcı. Bu yüzden “kuyu” olarak anılıyorlar. İnsan Hakları Derneği'nin konuyla ilgili raporunda bu koşulların yaratacağı psikiyatrik rahatsızlıkların yanı sıra kısa, orta ve uzun vadede neden olacağı fiziksel hastalıklara dair de uyarıda bulunuluyor.

İstanbul'a 100 km uzaklıkta, Çatalca'ya bağlı Karacaköy'de geleneksel mimariyle inşa edilmiş, yapıldığı geçmiş yüzyıllardan bugüne yorgunca bir yüzle bakan eski bir ev. Zemin döşemesini yenilemek isteyen evin sakinleri alt katta çalışırken birden hayretle ara veriyorlar, üzeri Yunan alfabesiyle yazılmış bir mezar taşı beliriyor yerden. Anlamı çözüldüğünde şu çıkıyor ortaya: “Tanrının hizmetkârı Chrysoula Rodaki burada yatmaktadır, Mart 1887”. Bundan sonrası yönetmen Kerem Soyyılmaz'ın anneanne ve dedesinin evinin eski sahiplerinin peşine düştüğü bir yolculuk. O evde en fazla zaman geçiren teyzesi ve kuzenleri de eşlik ediyorlar bu yolda ona. Birçok başka ödülün yanı sıra geçen yıl Adana Altın Koza Film Festivali’nde En İyi Belgesel Film Ödülü’nü alan “Rodakis'i Ararken” 22 Eylül'e kadar sürecek olan Ayvalık Film Festivali'nin programında yer alıyor.

Elimizdeki, şimdiye dek bildiklerimiz ışığında “Osmanlı İmparatorluğu topraklarında bir kadın tarafından yazılmış ilk hapishane tanıklığı” olarak nitelenebilir, kaleme aldığı önsözde Lerna Ekmekçioğlu genel olarak Ortadoğu'da bir kadının yazdığı ilk hapishane hatıratı olduğunu da dile getiriyor. Peki kimdi Vartuhi Kalantar? Divan-ı Harp'te yargılanmasına, Hapishane-i Umumi'ye kapatılmasına neden olan neydi?

Çocukları, 80 yaşındaki insanları çalışmaya mecbur bırakan, gençleri kapkara bir geleceğe doğru bir başına bırakıp kadınları ya evlerine ya kayıtdışı işlere iten, velhasıl işçi haklarının günden güne tırpanlandığı bir saldırının ortasında buna direnenlerin arasında, önünde duranlardan o. 38 yaşındaki Neslihan Acar, depo, liman, tersane ve deniz işçilerini temsil eden bağımsız sendika DGD-SEN'in başkanı. UMUT-SEN'e bağlı diğer sendikaların çatısında filizlenen diğer grevleri, nöbetleri, eylemleri de ekleyince 24 saati bu mücadeleyle akıyor. 10 yaşında tekstilde kendi gibi çocuk işçilerin ölümüne tanık olarak biriktirmeye başladığı öfkesi var, bir de örgütlenme çalışmasında bulunduğu alanlardan ilk temasta eklenenler. Acar'la işçi hareketlerini, bir yandaki hareketsizliğin nedenlerini ve tabii böyle erkek baskın bir işkolunda “bıyıksız” bir başkan olmanın, kadın olarak öncülük etmenin neye benzediğini konuştuk.