Bu gelgitli siyaseti soğukkanlılıkla anlamlandırmak, kalıcı bir çözümün, onurlu bir barışın en küçük ihtimalini heba etmek istemeyenler açısından önemli. “Otorı̇ter Çatışma Yönetı̇mı̇ Açısından 2015 Sonrası Değı̇şen Dı̇namı̇klerı̇yle Kürt Sorununa Bakmak” başlıklı rapor bazı taşları yerine oturturken kaynaklık edecek bir bakış açısı sunuyor. Rapor, otoriter yönetimlerin çatışma süreçlerini özellikle “çözümsüzlük” aşamasında tutmayı kendileri açısından bir tür çözüm olarak aldığı, bunu da sadece askeri güçle değil bir dizi siyasi, mekânsal ve ekonomik politikalarla destekleyerek hayata geçirdiği temel fikrine dayanıyor. Çatışmanın altında yatan yapısal nedenler özellikle ele alınmıyor, çözüme yönelik her tür demokratik alan tehlike olarak alınıyor, uluslararası aktörlerin dahli kabul edilmiyor. Neoliberal politikalarla eşgüdümle işletilebiliyor, yolsuzluk bir araç olarak kullanılabiliyor.
Türkiye'nin kadim bir sorununa çözmek için atılmış gerçek bir adım mı, amaç barış mı? Kürt meselesinde yeni bir süreçten mi konuşuluyor, yoksa ortak Devlet Bahçeli'nin ağzından dökülenler, hükümetin genel siyaset haritasında yeni bir sürecin işareti mi? Bu, gündemi dağıtmanın mı, yeni gündemin kartlarını dağıtmanın hamlesi mi? AKP savruluyor mu, tam da hedeflediği bu mu? Türkiye birkaç haftadır bunları konuşuyor.
Bu yazı, Mardin, Halfeti ve Batman belediyelerine kayyım atanmasının ardından birçok kentte protestoların yükseldiği, çok sayıda kişinin şiddet görerek gözaltına alındığı sırada yazılıyor. Bahis konusu rapor kaleme alınırken kesif “çözümsüzlük” hakimdi, paylaşıldığı ilk günlere ansızın Devlet Bahçeli'nin Abdullah Öcalan'ı TBMM'ye daveti denk düştü. Sonrası malum: Halk iradesiyle seçilmiş belediye başkanlarının sadece hukuk değil, akıl dışı gerekçelerle bir kez daha görevlerinden edilişi, yerlerine getirilen atanmışların makamlara kurularak verdiği ilk pozlar...
Bu gelgitli siyaseti soğukkanlılıkla anlamlandırmak, kalıcı bir çözümün, onurlu bir barışın en küçük ihtimalini heba etmek istemeyenler açısından önemli. “Otorı̇ter Çatışma Yönetı̇mı̇ Açısından 2015 Sonrası Değı̇şen Dı̇namı̇klerı̇yle Kürt Sorununa Bakmak” başlıklı rapor bazı taşları yerine oturturken kaynaklık edecek bir bakış açısı sunuyor.
Revize edilen “terörle mücadele” konsepti
Rapor, çatışma sonrası uzlaşma, geçiş dönemi adaleti, zorla kaybetmeler gibi konular üzerine çalışan ve şu anda doktora sonrası araştırmalarını Loughborough Üniversitesi'nde yürüten Güneş Daşlı tarafından Demos Araştırma Derneği için yazıldı. Daşlı, temel perspektifi, iç çatışma hallerinin ele alınışında 1990'lı yıllarda insan hakları, hukuk devleti, diyalog, müzakere gibi kavramların yol gösterdiği, kimi zaman Norveç gibi ülkelerin ya da BM'nin öncülüğü yaptığı “liberal barış çözümü”nden “liberal olmayan” modele kayışı üzerine oturtuyor. Liberal versiyonun zaafları, pratikle sınanmış başarısı çok tartışıldı, tartışılıyor. Fakat 2000'lerin ilk on yılında girilen daha karanlık evre ayrıca incelenmeyi gerektiriyor. “Otoriter Çatışma Yönetimi” şeklinde tarif edilen aktörlere ait bu yeni tür “çözüm süreçleri”ni; “Rusya ve Çin gibi otoriter güçlerin aktif rol aldığı, uluslararası denetleyici mekanizmaların bertaraf edildiği ve çatışmanın tarafı olan silahlı gruplarla müzakere etmek bir yana, silahlı aktörün meşru bir muhatap olmadığının ispatlanmaya çalışıldığı” bir model olarak tarif ediyor Daşlı. 2013-2015 çözüm sürecinin çökmesiyle otoriter politikaların yükselişe geçtiği Türkiye'nin, bu geçişe dair akla ilk gelen Sri Lanka ve Myanmar'dan farkı, meselenin hâlâ akut halde olması. Sri Lanka'da en azından silahlar susmuş durumda.
Rapor, otoriter yönetimlerin çatışma süreçlerini özellikle “çözümsüzlük” aşamasında tutmayı kendileri açısından bir tür çözüm olarak aldığı, bunu da sadece askeri güçle değil bir dizi siyasi, mekânsal ve ekonomik politikalarla destekleyerek hayata geçirdiği temel fikrine dayanıyor. Çatışmanın altında yatan yapısal nedenler özellikle ele alınmıyor, çözüme yönelik her tür demokratik alan tehlike olarak alınıyor, uluslararası aktörlerin dahli kabul edilmiyor. Neoliberal politikalarla eşgüdümle işletilebiliyor, yolsuzluk bir araç olarak kullanılabiliyor.
2015'ten sonra Türkiye'de hükümetin otoriterleşme süreci, devletin Kürt sorununa yaklaşımının temel aksını oluşturdu. Hukuksuz gözaltı ve tutuklamalar, sansür gibi 1990’lara has “terörle mücadele” konsepti sürüyor, üzerine sosyal medya sansürleri gibi yeni hamleler eklenmiş durumda. Sokağa çıkma yasakları ve çatışma döneminde yıkılan Diyarbakır, Sur’da devletin başlattığı kentsel dönüşüm ve TOKİ'leşmeyi de buraya dahil edebiliriz. Daşlı, Kaşgar’ı yeniden inşa ederken “Kaşgar Tehlikeli Ev Reformu” adını kullanan Çin yönetimini hatırlatıyor. Uygurlar geleneksel mekânlarından sürülürken bölge dönüştürülerek turizme açılmıştı.
Hükümetin yıllar içinde normalleştirdiği ve yaygınlaştırdığı kayyum politikası tüm bu yönetim eğilimlerini bir arada bulundurabilen ve işletebilen bir mekanizma. Sık dönülmesi ve yaygınlaşması kullanışlılığıyla açıklanabilir.
Üçüncü yol ihtiyacı
Liberal barış kavramı eleştirilebilse de “liberal olmayan barış” anlayışının barış umudunu kötüye kullandığını, siyasi manipülasyon malzemesi olarak kullandığını görmek gerekiyor. O zaman şu zor soru sorulmayı bekliyor: Bu aktörlerle barış mümkün değil mi? Bunu Daşlı'ya sorduğumuzda o da net bir yanıt vermekte zorlanıyor:
“Biraz açık konuşacağım ve karamsar olabilir. Soruyu liberal olmayan barışa yönünü çevirmiş global trend içinden yanıtlamak isterim. Maalesef global düzlemde çatışma deneyimlerinde ağırlık kazanan bu antidemokratik, liberal olmayan barış projeleri hiç ümit verici değil. Biz eleştirel barış literatürüne dayanan ve meseleye buradan bakan araştırmacılar, akademisyenler, 90'larda Güney Afrika ve Kuzey İrlanda gibi başarılı örnekleri olsa da AB ve BM'nin öncülük ettiği liberal barış projelerini çok eleştirdik. ‘Üstten’ dedik, ‘batıcı normları dayatıyor’ dedik vs. Sonra 2009'da bu projeler daha kötü bir şeye evrildi. Son on yıldır bu otoriterleşen çatışma çözümü modeline karşı uluslararası literatürde de, toplumsal mücadelelerde de bir alternatif üretemedik. Geldiğimiz nokta 'en azından liberal barış projelerinin iyi yanlarını koruyalım' oldu. Bu tepetaklak giden karamsar sürecin tek istisnası Kolombiya. Orada liberal barış projesi çok iyi işledi, işliyor. Ama başka örnek yok. Dünya olarak çatışma çözümü ve barış inşasında alternatif, üçüncü bir yol bulmamız gerekiyor. Henüz böyle bir çıkış yolu uluslararası alanda görünmüyor.”
Buradan daha güncel bir yere geliyoruz. Türkiye özelinde konuşursak hükümetin istikrarsız gibi görünen aslında tam da tercihi bu olan Kürt politikasını nasıl değerlendirmeli? Buradan çözüm çıkma ihtimali var mı? Bu aşamada muhalefete nasıl roller düşüyor?
“Türkiye ve Kürt sorunu bu genel karamsar dönemin istisnası olur mu diye soruyorsunuz aslında. Umarım olur. Sadece Türkiye üzerinden düşünürsem, benim asıl akademik alanım geçiş dönemi adaleti ve zorla kaybetmeler. AKP dönemi adalet kavramının ve duygusunun aşırı aşındığı bir dönem. Adalet duygusunun bu kadar yok edildiği çatışmalı bir ülkede önce bunun biraz onarılmasıyla barışın konuşulabileceğini düşünenlerdenim. Adalet ile barış arasındaki terazinin bu kadar açıldığı bir dönemde bu işler gerçekten zor. Bu açıdan baktığımda, evet AKP'yle olmaz. Adalet duygumuzun yerine gelmesi gerekli. Sadece yasal düzenlemelerden bahsetmiyorum, adaletle beraber gelen bir toplumuz hissi, birbirimize sorumluluklar bilinci, güven içindeyiz diyebilmek gibi şeylerin de gelmesi önemli. Muhalefetin tam da bu adalet hissini güçlendirebilecek alanlar yaratmakla sorumlu olduğunu düşünüyorum. Belediyeler mi var ellerinde, sosyal adalet için kullanmalılar; dayanışma, birliktelik, güven içinde uyuma gibi toplumsal değerler için tüm kaynaklarını kullanmalılar. Dernekler, sendikalar küçük-büyük demeden tüm yapılardan söz ediyorum. Bu tür alanlar, hükümetin otoriterleştirdiği kamusal alanda çatlaklar açar ve bunlar alternatifi gösterir insanlara. Bu alanların söylemle ve eylemle, birbiriyle ilişki kurarak çoğalması çok önemli.”
(Raporun tamamı şu adresten okunabilir)