Azadamard ve bitmeyen şiddet

Gazeteye göre, Adana katliamında adı geçen isimlerden biri olan bu kişinin Yeniköy’e kaymakam atanması, yalnızca tesadüf değil: “Bu olaylar, Mustafa Kemal Bey adında bir kişinin Pazar günü atanmasından itibaren baş göstermiştir. Bu kişi kimdir? Nereden gelmiştir? Geçmişi nedir? Bunu biz bilmiyoruz. Ancak bahsi geçen köylerin halkı arasında dolaşan söylentilere göre, bu kişi Adana olayları sırasında resmi bir görevle o bölgede bulunmaktaymış. Hükümet, her fırsatta birlik ve kardeşlik fikirlerini dile getirmekteyken, meselenin bu kadar ağır ve vahim bir hâl almasına neden göz yummuştur?

Bir günde gelmeyen Ermeni Soykırımı’na giden yolda, her şeyi görüp şahit olan ve durdurmak için elinden geleni yapanlar arasından gazeteciler ve gazeteler de vardı. Onlardan biri Azadamard gazetesiydi. Osmanlı’da Ermenilerin ve diğer ötekilerin eşit olması için çabalayan, yaşananları ve itirazlarını hem Ermenice hem de Osmanlıca anlatmaya çalışan Azadamard gazetesi hakkında yüksek lisans tezi yazan, Ludwig Maximilian Münih Üniversitesi’nden Orhun Yalçın ile Azadamard’ın önemini ve duruşunu konuştuk. 

Azadamard gazetesini nasıl tanımlarsınız ve nasıl anlatırsınız?

Azadamard gazetesi, 1909-1914 yılları arasında İstanbul’da yayımlanan ve Ermeni Devrimci Federasyonu’nun (EDF; Taşnaktsutyun) Batı Bürosu’nun resmi yayın organı olan, dönemin çok katmanlı siyasi gerçekliğini yansıtan bir politik basın ürünüdür. Kuruluşu, EDF’nin silahlı öz-savunmadan parlamenter siyasete geçişinin en kritik dönemine tekabül eder. Gazetenin yazı işleri, dönemin Ermeni entelijansiyasını oluşturan hukukçular, din adamları, şairler ve eğitimcilerden oluşan kadrolarca yürütüldü. Başta Rupen Zartaryan olmak üzere, ilerleyen dönemde Osmanlı sansürü ve soykırımı esnasında yaşamını yitirecek pek çok aydın bu gazetede yazdı.

Azadamard’ı klasik bir parti gazetesi olmanın ötesine taşıyan en önemli yönü imparatorluktaki tüm milletlerin sıkıntıları üzerine makaleler içermesi ve çeşitli siyasi fikirlere yer vermesiydi. EDF, 1908’de anayasanın ilanını, farklı etnik ve dini grupların eşit yurttaşlar olarak bir arada yaşayabileceği bir rejimin başlangıcı olarak gördü, bu tahayyül, Azadamard’ın diline ve yayın politikasına da doğrudan yansıdı. Gazete yalnızca Ermenice değil, 1911 itibarıyla başyazılarını Osmanlı Türkçesine de çevirmeye başladı ve bu yönüyle dönemin Armeno-Türkçe ya da çift dilli yayın geleneklerine direkt çeviriyi de ekleyerek yeni bir boyut kazandırdı.

Azadamard taşradaki insanların Tanzimat’tan beri çözülemeyen can, mal ve ırz güvenliği sorunlarını sayfalarına taşıyarak analiz etti, bunu yaparken salt etnik bir anlatının sınırlarına hapsolmaktan kaçındı. Gazete, gerek içerdiği haberler gerekse analiz yazılarıyla, yalnızca tarihsel değil, aynı zamanda kuramsal bir öneme de sahiptir demek de yanlış olmaz. Bu yönüyle Anahide Ter Minassian gibi araştırmacılar tarafından yalnızca tarihsel veri kaynağı değil, aynı zamanda bir tarih yazımı aracı olarak değerlendirilir.

Özetle, Azadamard meşrutiyetin sınırlı olanaklarını sonuna kadar zorlayan bir siyasal tahayyülün kamusal yüzüdür diye yorumluyorum. EDF’nin ideolojik yönelimi ile reel politikada tutunma çabası arasında gidip gelen bu gazete, hem hayal kırıklıklarının hem de umutların belgelenmiş hâlidir.

Ne gibi konuları ele alıyordu?

Orhun YalçınAzadamard yalnızca EDF’nin siyasi çizgisine değil, aynı zamanda dönemin sosyalist ve adalet temelli tahayyülüne ses veriyordu. Gazetenin baş makaleleri esas olarak dört ana temaya odaklanıyordu: (1) Güvenlik sorunu ve toprak meselesi, (2) Askerlik meselesi, (3) Adem-i merkeziyetçiliğin hayata geçirilememesi ve (4) İTC’nin “ötekileri” dışlayıcı ve zaman zaman yok edici politikaları. Ancak bu başlıkların her biri kendi içinde katmanlıydı. Zira Azadamard’da yayınlanan makalelere göre gazetenin işlediği meseleler yalnızca Ermenilerin değil, Osmanlı’daki tüm ezilen halkların ortak sorunlarıydı.

Özellikle güvenlik başlığı altında vilayetlerde yaşanan şiddet olayları, gasp ve eşkıyalık pratikleri sistematik olarak belgelemeye çalışıldı. Bu haberler çoğunlukla doğrudan muhabir ağı veya yerel halktan gelen mektuplar aracılığıyla aktarılıyordu. Çoğunlukla Osmanlı Ermenistan’ı bölgesindeki Bitlis, Van, Siirt gibi vilayetlerde yaşanan vakalar, devletin güvenlik ve adalet mekanizmalarının hem etnik hem sınıfsal temelde nasıl işlemediğini gözler önüne seriyor.

Toprak meselesi, Azadamard’ın diğer dikkat çeken temasıydı. Azadamard’daki baş makalelere göre EDF’nin toprak reformu talebi, yalnızca gasp edilen Ermeni topraklarının iadesiyle sınırlı değildi; aynı zamanda Kürt ve Türk köylülerinin de topraklandırılması talebini içeriyordu. Bu çerçevede Azadamard, toprak ağaları sistemine karşı sınıfsal bir eleştiri getirerek sosyalist söylemi güçlendiriyordu. Mesela gazetenin, “Eşkıyanın elinden toprak geri alınamaz mı?” sorusuyla hükümeti adalet ilkeleri çerçevesinde harekete geçmeye çağırması bu yaklaşımına bir örnektir.

Adalet ve mahkemelerin tarafsızlığı da gazetenin ısrarla üzerinde durduğu konulardandı. Özellikle vilayetlerdeki kadıların, valilerin ve ordu mensuplarının Müslüman unsurla akrabalık ya da cemaat bağları nedeniyle köylü nüfusa karşı adil davranmadığı sıkça dile getirildi. Bu durum yalnızca Ermenilerin değil, “topraksız Kürt köylülerinin” de Müslüman toprak ağaları (ekseriyetle Kürt aşiret ağaları) tarafından gasp ve şiddet karşısında korumasız kalmasına neden oluyordu.

Son olarak, parlamenter siyaset ve meşrutiyet tartışmaları da gazetenin gündemindeydi. Seçim sistemi, milletvekili temsili, hükümetlerin reform konusundaki sorumluluğu ve İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin (İTC) sözlerini tutmaması, sıkça ele alınan konular arasındaydı. Azadamard, hükümetin artık “söz değil, icraat” zamanı olduğunu vurgulayan bir muhalif söylem inşa etmişti diyebiliriz. Ancak bunu devletin meşruiyetini bütünüyle reddetmeden, aksine devletin anayasal sorumluluklarını hatırlatarak yaptı. Bu açıdan gazete ılımlı bir muhalefet dilini benimsemişti diyebiliriz.

İncelediğiniz  Mart 1911 ile Eylül 1912 arasındaki 18 aylık dönemini hangi konular ön plana çıkıyordu?

İkinci soruda açıkladığım sorunların Mart 1911 – Eylül 1912 arasında yayımlanan Azadamard sayılarında da çokça işlenen temalar olduğunu söyleyebilirim. Zira bu konular dönemin Osmanlı siyasal gündemiyle doğrudan ilintili olan ve Ermeni köylülerin hayatını doğrudan etkileyen meselelerdi. Belki çok uzatmadan bu başlıklara biraz daha açabilirim.

Güvenlik meselesi, bu yıllarda Azadamard’ın en yoğun biçimde işlediği konudur ve bunun ardında hem ideolojik hem de somut nedenler bulunuyor. Vilayetlerdeki Ermeni köylülerinin hâlen eşkıya saldırılarına, Kürt ağalarının şiddetine maruz kalması, gazetede sık sık raporlar ve tanıklıklarla anlatılıyor. Bu mesele, EDF’nin siyasal meşruiyetini dayandırdığı köylü savunusunun da merkezinde yer alır. 1908 Meşrutiyeti’ne giden süreçte Abdülhamid’e karşı yapılan işbirliği pazarlığı görüşmelerinde güvenliğe dair reform vaatleri İTC tarafından verilmişti. Ancak vilayetlerde Ermenilerin hala can ve mal güvenliğinin sağlanmamış olması Azadamard gazetesindeki makalelere yansıdığı üzere EDF açısından merkezi hükümetin samimiyetine dair derin bir sorgulamaya neden oluyordu.

Azadamard, 1911Bu sorunun toprak gaspı ile iç içe geçtiği görülür. EDF 1858 Arazi Kanunnamesi’nden beri gasp edilmiş toprakların Ermenilere geri verilmesi üzerine 1908’de Selanik’te İTC ile yoğun pazarlıklar yapmıştı ancak bu toprakların iadesi hiçbir zaman yapılmadı. Azadamard’daki baş makalelerde de sıklıkla hükümet toprakların gaspı ve iade edilmemesi üzerinden eleştiriliyordu. EDF İTC ile görüşmelerinde sadece toprakların iadesini istememiş, toprak reformu da talep etmişti, bu talebinde tüm köylülerin topraklandırılması ve ağa zulmünden kurtarılması teklif ediliyordu. Arsen Avagyan ile Dikran Mesrob Kaligian’ın kitpları EDF-İTC ilişkilerine dair baş ucu kitaplarıdır. 
EDF’nin Rus Narodnik’lerinden etkilendiği siyasal meşruiyetini köylü savunusuna dayandırdığından bahsetmiştik, Azadamard gazetesinin toprak meselesine dair başmakalelerinde de buna örnekler görmek mümkündür. Örneğinin gazete toprak meselesini yalnızca Ermeni köylülerini değil, Kürt ve Türk köylülerini de ilgilendirdiğinden bahseder, Ermeniler kadar olmasa da topraksız Kürt ve Türk köylülerin de Müslüman toprak ağaları tarafından baskıya maruz kaldığından bahseder gazete. EDF’nin Azadamard’a yansıyan bu yaklaşımını sosyalist Osmanlıcılık tahayyülü—yani yalnızca Ermenilerin değil, tüm ezilenlerin savunusunu hedefleyen bir politika— olarak yorumlamıştım tezimde. Toprak meselesi bu siyasetin en somut yansıması zannımca.

İTC’nin, “ötekileri yok etme” siyaseti, daha örtük ama süreklilik arz eden bir tema olarak karşımıza çıkar. Gazetenin dilinde “yok etme” ifadesi nadiren açıkça kullanılsa da, güvenlik reformlarının sistematik biçimde ertelenmesi, eşkıyanın merkezi devlet tarafından koruması, adaletsiz yargı kararları ve toprak iadesi taleplerinin karşılıksız kalması, Azadamard yazarları tarafından doğrudan bir dışlama stratejisi olarak yorumlanıyor. Azadamard’daki makaleler ve dönemin devlet pratiklerine baktığımızda bu yaklaşım, modern tarih yazımında “devletin pasifliği” olarak okunmamalı, aksine bilinçli bir tercihin ürünü olarak görülmelidir.

Kısaca, 1911–1912 yıllarında Azadamard’ın öne çıkardığı konular yalnızca gündelik şikâyetlerin bir dökümü değildir. Bunlar, EDF’nin sosyalist Osmanlıcılık tahayyülünün sahadaki sınavlarıdır. Gazete, reform vaatlerinin hayata geçirilmemesini bireysel yönetim zaaflarıyla değil, yapısal ve ideolojik tercihlerle açıklar, bu tercihler de “birlikte yaşamanın” koşullarını sorgulamaya açmaktadır.

Buradaki bir diğer dikkat çeken konu ise bu sorunlardan Azadamard’da Meşrutiyet ilanı öncesinden bu yana devam eden sorunlar olarak tanımlanmış —yani direkt olarak Tanzimat döneminin adı geçirilerek bahsedilmiyor— olsa da modernleşme ve reform dönemi olarak adlandırılan yıllarda vilayetlerdeki pratiklerin bu adlandırmayla hiçbir ilgisinin olmamasıdır. Zira Azadamard’da bahsedilen sorunların hepsi Tanzimat döneminde de artan bir şiddetle vilayetlerdeki Ermenileri maruz bırakıldığı sorunlardır, Patrikhane arşivlerinde örnek olacak çok sayıda dokuman bulmak mümkündür. 1870’lerde hazırlanmış iki vilayet raporunda da bu sorunları görmek mümkündür. Ermeniler dışında baskıya maruz kalan köylülere dair Nadir Özbek’in devletin vergilendirme politikaları üzerine çalışmaları da kanaatimce yol açıcı tespitlerdir. Kısaca günümüzdeki Tanzimat tarih yazıcılığının da aslında ne kadar yetersiz olduğu gün yüzüne çıkıyor.


1911’de başyazılarında Osmanlı Türkçesi kullanılmaya başlanmasının sebebi neydi?

525. sayısının yayımlandığı 12 Mart 1911 tarihinden itibaren Azadamard gazetesi bir ilki gerçekleştirerek başyazılarını Ermenice’nin yanı sıra Osmanlı Türkçesi olarak da yayımlamaya başladı. Bu karar, yalnızca dilsel bir tercih değil, siyasi stratejinin, entelektüel tahayyülün ve halklar arası bir iletişim arayışının doğrudan ifadesiydi.

Bu dönüşümün üç temel nedeni vardı:

a. Sosyalist Osmanlıcılık tahayyülünün basın alanına yansıması:
EDF, 1908 Meşrutiyetinden sonra Ermenilerle sınırlı bir siyasi pozisyonu aşarak, tüm Osmanlı halklarının ortak mücadele zeminini kurmaya çalıştı. Bunu ben “sosyalist Osmanlıcılık” olarak tanımlıyorum. Yalnızca parlamentoda değil, basın alanında da çokdilli kamusallık yaratmayı gerekli kılıyordu.
Gazetenin 525. sayısında bu kararı gerekçelendiren yazıda şu ifadeler yer aldı:
“Türkiye’de yerleşik toplulukların en büyük talihsizliği, karşılıklı olarak birbirlerini özdeşleştirmemeleri, birbirlerinin fikir ve uygulamalarından haberdar olmamaları, birbirlerinin acılarını ve üzüntülerini paylaşmamalarıdır. Basın bu önemli rolü üstlenmelidir.”
Bu pasaj, yalnızca bir iletişim açığına değil, karşılıklı yabancılaşmaya ve siyasal tecritlere karşı bir uyarıydı. Azadamard, bu tecridin kırılmasında sözü paylaşmanın kurucu rolünü üstlenmeye talipti.

b. İTC’ye ve Osmanlı kamuoyuna doğrudan hitap etme arzusu:
EDF, 1911’e gelindiğinde İTC ile ilişkilerinde hayal kırıklıkları yaşıyordu, ancak hâlâ reform taleplerini iletebileceği bir kamusal mecra arayışındaydı. Ermenice ile sınırlı bir gazete bu anlamda etkili olamıyordu. Osmanlıca başyazılar sayesinde gazete doğrudan İTC kadrolarına, Arap, Rum, Türk, Kürt ve diğer Müslüman entelektüel çevrelere ulaşmayı hedefledi. Yani bu çeviri politikası, basın yoluyla bir tür kapsayıcı muhalefet diplomasisi işlevi görüyordu.

c. Basında Balkan sosyalizminin çok dilli mirasının etkisi:
Benzer bir strateji, özellikle Selanik’te faaliyet gösteren Yahudi kökenli Sosyalist İşçi Federasyonu tarafından da uygulanıyordu. Federasyon’un yayın organı “Ergatis” gibi gazeteler, aynı sayıda birden çok dili kullanarak çok kültürlü sosyalist okur kitlesi yaratmayı hedefliyordu. Azadamard’ın Osmanlıca başyazı geleneği bu Balkan mirasının yansıması olabilir.

Peki amaç hasıl oldu mu?

Kısmen evet, kısmen hayır.

Evet, çünkü bu çeviri politikası aracılığıyla Azadamard, İstanbul basın çevresinde Türkçe okuyucuya ulaşma şansı elde etti. Başmakalelerin Osmanlıca hâlleri, hem entelektüel tartışmalarda hem de reformlara yönelik eleştirilerde kamusal etki alanını genişletti. Nitekim bazı makaleler, başka Türkçe gazetelerde de atıfla ya da dolaylı cevaplarla karşılandı.

Hayır, çünkü bu strateji, beklenen dönüşümü yaratacak bir kamuoyu baskısı doğuramadı. İTC yönetimi reformlar konusunda somut adım atmadığı gibi, gazeteye karşı sansür uygulamaları da zaman zaman gündeme geldi.

Bu başyazılardan örnekler vermeniz mümkün mü?

Tabii. 1911’de yayımlanan “Tahammül Artık Taşıyor!” makalesi, EDF’nin İTC’ye karşı sabrının tükendiğini açıkça ilan ettiği makalelerden biridir. Bitlis’teki Ermeni köylülerin toprak gaspı ve şiddete uğraması üzerine yazılmıştır. Yazıda Hakkı Paşa kabinesi doğrudan sorumlu tutulur:
“Varsayalım ki hükümet bizi güvenilmez bir millet olarak görmüyor… O zaman neden canımızı ve hakkımızı koruyamıyor? (...) Artık söz değil, icraat zamanı. Biz açıkça söylüyoruz: Bu cinayetlerin ve asayişsizliklerin doğrudan sorumlusu Hakkı Paşa hükümetidir.”
Bu metin, EDF’nin bir halk hareketi olarak hükümeti yalnızca kınamakla kalmadığını, siyasi sorumluluk atfı yaptığını gösterir. Ayrıca bu yazının Osmanlı Türkçesi’ne da çevrilerek yayımlanmış olması, bu ithamın yalnızca Ermeni toplumuna değil, hükümet çevrelerine ve kamuoyuna da duyurulmak istendiğini gösterir.

1912’de yayımlanan “Devlet Demek İstanbul Demek Değildir” makalesi, taşra ile merkez arasındaki epistemik kopuşu teşhir eder. Anadolu’daki vilayetlerde yaşanan şiddetin İstanbul’dan görülmediğini ya da görülmek istenmediğini vurgular:
“Devlet demek İstanbul demek değildir. Bab-ı Âli’den çıkarak uzak vilayetlerdeki ahalinin içine girmelidir. Taşradan gelen yakarışları, kanlı tarlaları, harap olmuş kiliseleri görmek zorundadır.”
Buradaki vurgu yalnızca mekânsal bir fark değil, iktidar ile halk arasındaki temas kaybına yapılan bir göndermedir. Ermeni vilayetlerinden gelen şikâyetlerin ciddiye alınmaması, bu yazının yazılmasına neden olmuştur.

Haziran 1911’de yayımlanmış “Devlet İçinde Devlet Hangisidir?” makalesi Kör Hüseyin Paşa, Kasım Bey, Musa Bey gibi tanınmış Kürt ağaların adlarını açıkça vererek “devlet içinde devlet” kurduklarını ilan eder:
“Van’da, Bitlis’te, Muş’ta ve diğer doğu vilayetlerinde, hâlâ, her türlü cinayet ve mezalimle itham edilen Kasım ve Musa Beyler, Şeyh Seyyid Aliler, Kör Hüseyin Paşalar ve bütün ağaların her zaman silahlı olmalarının yanında, bunlardan her birinin on, yirmi veya daha fazla gulamları olup, herkesin — ve hatta hükümetin bile— gözü önünde silahlı olarak korkusuz ve pervasız dolaşmaktadırlar. ‘Devlet içinde devlet’ teşkil edenler, işte bu haydutluk ve cinayet uzmanlarıdır. Bunlar hafirlik [koruma vergisi] adı altında vergi toplamakta ve fiilen hüküm sürmektedirler. Bunların kendilerine ait gulam, polis, kılıç ve tüfekleri olduğu gibi esaret altında bulunan ve zulme uğrayanlar da Ermeni, Kürt ve Türk köylüleridir. Hükümet, Anadolu’da siyasi düzeni sağlamak istese de, eski nüfuz devam ettiği ve müreffeh olduğu sürece savaşların son bulacağına inanmıyoruz. Katillerden birkaçını yakalayıp tutuklayarak cinayetleri ortadan kaldırmak mümkün olmayacaktır.”

Bu metin hem toplumsal adalet hem de etno-sınıfsal analiz bakımından son derece önemlidir. EDF, bu yazıda açıkça ağa baskı ve şiddetinin çökertilmesini, reformların derhal uygulanmasını istemektedir. Aynı zamanda “Kürt köylüsü”nün de bu düzenden zarar gördüğünü vurgulayarak ortak köylü mağduriyeti üzerinden ittifak tahayyülü kurmaktadır.
Yine Haziran 1911’de yayımlanan “Anlaşmazlığın esasen çözülmesi ve giderilmesi zorunludur” başlıklı makalede, EDF’nin sosyalist Osmanlıcılığının teorik dayanağına dair fikir edinmiş oluruz, gasp edilen toprakların iadesinin sürekli olarak ertelenmesini eleştirir ve adalet vurgusu yapar:
“Eşkıyanın elinden hesaplananı geri almak istemenin adaletin sağlanmasına nasıl bir engel olabileceğini anlayamıyoruz. Onurlu, adaletli, hakkaniyetli ama bu aynı zamanda konuda tereddütlü ve farklı fikirleri olan bir hükümet düşünülebilir mi? (...) Hibe veya ayrıcalık istemiyoruz; daire-i adalet ilkesinde kanunun ve teferruatının eksiksiz korunmasını talep etmekte ısrar ediyoruz.”

"Bitmeyen şiddet”, gazete sayfalarına nasıl yansıyordu?

Azadamard’da karşımıza çıkan bitmeyen şiddet anlatısı, sadece vilayetlerde yaşanan bireysel saldırıların ya da gasp olaylarının raporlanmasından ibaret değildir; bu anlatı, aynı zamanda bir tarihsel süreklilik, bir devlet aklı, bir toplumsal hissiyat biçimi olarak inşa edilir. Gazetede yer bulan taşra raporları, ağalara, valilere ve hükümete yönelik eleştiriler ve şikâyet mektupları, geçmişteki Hamidiye rejimiyle Meşrutiyet rejimi arasındaki sürekliliklere işaret eder. Ancak daha önemlisi, bu yazıların dili, yalnızca o günün şiddetini değil, bir türlü dinmeyen, durdurulamayan, her rejimde yeniden biçimlenerek süren yapısal bir şiddet rejimini işaret eder kanımca.

Azadamard’da yer alan haberlerin dili, zaman zaman tekrarlı gibi görünse de, bu tekrarlar, okuruna acaba gazete “yine mi?” dedirtmek için bu anlatım metodunu kullanılmış diye düşündürtüyor. Her hafta başka bir vilayette gasp edilen toprak, kaçırılan genç kız, yakılan okul ya da kilise haberi çıkar. Bu tür haberler neredeyse mekanik bir yapıyla gelir: Eylem – fail – başvuru – sonuçsuzluk. Ayrıca Azadamard, burada tarihsel bir belleği de yeniden üretir: şiddet yeni değil.

Şiddet sürekliliğinden bahsettiniz, Tanzimat reformlarıyla Meşrutiyet dönemi arasında sizce nasıl bir süreklilik veya kopuş var?

Tanzimat reformları ile Meşrutiyet dönemi arasında görünürde bir kopuş, gerçekte ise süreklilik olduğunu düşünüyorum. Her iki dönem de reform retoriğini öne çıkarırken, bu vaatlerin özellikle vilayetlerde yaşayan gayrimüslim topluluklar üzerindeki etkisi ciddi benzerlikler taşıyor: hukuki eşitlik söylemi, mülkiyet güvencesi, temsil ve adalet vaatleri, her iki rejimde de kağıt üzerinde kalıyor; sahada ise gayri-müslim köylünün mülksüzleştirilmesi, şikâyetlerinin dikkate alınmaması ve şiddete karşı korunmaması gibi uygulamalar süreklilik gösteriyor.

Tanzimat sürecinde başlatılan modernleştirme projeleri, örneğin 1858 Arazi Kanunnamesi, bir tür iç kolonizasyon rejimi yarattı: toprak kayıtları, vergi sistemleri ve yeni bürokrasi, gayrimüslim köylüler için çoğunlukla bir ilerleme değil; mülksüzleşme ve görünmezleştirme süreciydi. Örneğin Ermeni Meclis raporlarında görüldüğü üzere Ankara’da Sivas’ta Erzurum’da ve pek çok başka şehirde Ermeniler tarım yaptıkları toprakların resmi mülkiyetini üzerlerine alamamış, bunun yerine Müslüman toprak ağaları bu arazileri üzerlerine yazdırmışlardı. Bu mülksüzleştirme ve ağır vergilendirmenin sonucu olarak borçlar altında ezilen ve fakirlik yaşayan Ermeni köylüsünün büyük şehirlerde bantukhd (göçebe işçi) olmasına sebep olmuştu. Başka bir deyişle artık ucuz iş gücü olarak çalışıyorlardı, fakirlikten göç etmek zorunda kalan bazıları ise bedava iş gücü — köle— olmuşlardı.

Özetle, Tanzimat yani yeniden organizasyon döneminde gayri-Müslim nüfus can ve mal güvenliği sorunlarıyla, boğuşuyordu. Bu sorunlar Hamidiye döneminde de ikinci Meşrutiyet sonrası dönemde de devam etmişti.

1908 Meşrutiyet rejimi de tıpkı Tanzimat dönemi gibi, reform, eşit vatandaşlık ve kardeşlik vaat ediyordu. Ancak Azadamard, bu vaatlerin nasıl içi boşaltılmış, nasıl yerine getirilmemiş olduğuna dair sürekli kanıtlar sunarak aslında bir siyasal karşı-hafıza inşa etmişti.

Ayrıca Yeniköy örneği de çarpıcı bir örnek, açmanız mümkün mü?

Yeniköy örneği, Azadamard’ın Haziran 1912 yılında yayımladığı haber ve analizler içinde yalnızca yerel bir olay olarak değil, Osmanlı’da merkezî iktidarın gayrimüslim köylülere yönelik güvenlik siyasetini nasıl kurguladığını gösteren çok katmanlı bir vaka olarak görülebilir. İstanbul’a yalnızca birkaç saatlik mesafede olan bu Yeniköy, Cengiz ve Ortaköy’de yaşananlar, uzak vilayetlerdeki Ermeni köylerinde görülen şiddetin başkentin yakınında da görüldüğünün kanıtıdır ve devletin güvenlik politikasına dair ipuçları verir.

Çoğunluğu Ermenilerden oluşan bu köyler 1912 yılında Rumeli ve Kafkasya’dan göç ettirilmiş Müslüman muhacirlerin saldırılarına uğrar. Bu saldırılar yalnızca bireysel değil, örgütlüdür; köylerdeki topraklar zorla işgal edilir, haneler tehdit edilir, gece silahlı baskınlar düzenlenir. Azadamard’daki habere göre, köydeki birçok Ermeni aile göç etmek zorunda kalır. Topraklar ise muhacir yerleştirme programları kapsamında yeni gelen nüfusa dağıtılır. Bu örnek yine müstakil değildir, Patrikhane arşivlerinde rapor edildikleri üzere benzer olayların 1856 Kırım Savaşı sonrası Müslüman göçlerinde de Ermeni köylerinde yaşandığını biliyoruz

Bu olayda dikkat çeken bir başka detay, dönemin Yeniköy kaymakamı olarak atanan Mustafa Kemal Bey’in (Azadamard’da bu şekilde geçer) adının doğrudan zikredilmesidir. Gazeteye göre, Adana katliamında adı geçen isimlerden biri olan bu kişinin Yeniköy’e kaymakam atanması, yalnızca tesadüf değil:
“Bu olaylar, Mustafa Kemal Bey adında bir kişinin Pazar günü atanmasından itibaren baş göstermiştir. Bu kişi kimdir? Nereden gelmiştir? Geçmişi nedir? Bunu biz bilmiyoruz. Ancak bahsi geçen köylerin halkı arasında dolaşan söylentilere göre, bu kişi Adana olayları sırasında resmi bir görevle o bölgede bulunmaktaymış. Hükümet, her fırsatta birlik ve kardeşlik fikirlerini dile getirmekteyken, meselenin bu kadar ağır ve vahim bir hâl almasına neden göz yummuştur? Acaba yine, “önemli bir şey değildir; sadece bir yanlış anlamadan ibarettir” şeklindeki resmi söylemlere mi sığınacaktır?”

Ben Tanzimat’tan bu yana devam eden sorunlar olan en temel hakların bile hala çözülememiş olmasından dolayı Yeniköy vakasını çevredeki şiddetin merkeze sızması olarak değil, merkezin bizzat şiddet üretmeye devam ettiğini gösteren bir mikrokozmos olarak görüyorum. Devlet, yalnızca müdahale etmemekle kalmaz; şiddeti kadroları, iskân politikaları ve cezasızlık yoluyla üretir, diye düşünüyorum. Bu nedenle Yeniköy örneği, Osmanlı’daki Ermeni karşıtı şiddetin istisnaî değil, süreğen, planlı ve mekânsal olarak merkezîleşmiş bir karakter taşıdığını açıkça gösterir.

Gazetenin önemli meselelerinden birinin “İTC’nin ötekileri yok etme politikası” olduğunu söylüyorsunuz. Evet gazete 1914’te kapandı ama nasıl bir anlatısı vardı bu konuya dair?

Azadamard gazetesi, 1909’dan 1914’e dek süren yayın hayatı boyunca İTC’nin ötekileri yok etme politikasını doğrudan bu adla anmasa da, devletin reform vaatlerini sistematik biçimde yerine getirmemesi, özellikle 1912 ile birlikte güvenlik ve adalet eksikliğinin yoğunlaşması, muhalifler üzerinde artan baskı ve tutuklamalar gibi pratikleri teşhir eden bir makaleler yayımlamıştır. Bu anlatı, yalnızca Ermenilere yönelen şiddet biçimleriyle sınırlı değil; aynı zamanda devletin meşrutiyet sonrasında sürdürdüğü yapısal inkâr stratejisinin belgelenmiş tarihidir. Temmuz 1912’de yayımlanan bir makalesinde, İTC’nin Napolyon’un yaptığı gibi devrimcileri elimine etme stratejine meyil ettiğini yazar. Bu noktada daha önce de bahsettiğimiz Gramsci’nin “pasif devrim” kavramına hatırlamakta fayda vardır. Pasif devrim, statükonun korunduğu ancak reform söyleminin sürdüğü bir süreçtir, EDF de Azadamard aracılığıyla İTC’nin Bonapartist burjuva olduğunu söylemekte ve kendinden olmayanları saf dışı bırakmaya çalıştığını ifade etmektedir.

1911’de yayımladığı bir makalesinde “İmha siyaseti” ifadesinin kullanımı, İTC’ye dair şüphelerinin çok net bir şekilde belirtirken şu soruyu soruyordu: “Vilayetlerde Ermenilere karşı, açıkça ve büyük bir cüretle uygulanan bu imha siyasetine karşı Meşrutiyet hükümetinin samimi düşüncesi ve bakış açısı nedir?”
Bu ifade, Azadamard’ın yalnızca fiilî saldırıları değil, bu saldırılara karşı alınmayan tedbirleri ve reformların sürekli ertelenmesini bir “imha siyaseti” olarak okuduğunu gösterir. Bu noktada gazete, yalnızca saldırıyı değil, devletin eylemsizliğini de bir yok etme pratiği olarak değerlendiriyor olabilir demek yanlış olmaz.

Sonuç olarak Azadamard’ın teşhis ettiği yok oluş, kültürel ve siyasal bir silme pratiğidir.
Azadamard’ın 1914’e dek aktardığı makalelerden, devletin gayrimüslim tebaanın varlığını sistematik olarak daralttığı, onları güvenlikten, adaletten, mülkiyetten dışladığı bir yavaş elimine sürecini ortaya koyar. Bu süreç Tanzimat dönemindeki devlet pratikleriyle benzerlikler gösterir.

24 Nisan’ın geldiğini görüyorlar mıydı?
Gazetede açıkça “toplu bir imha geliyor” tarzı bir tespite ben denk gelmedim; 24 Nisan gibi merkezi bir tutuklama ve tasfiye sürecinin önden görülmesinin mümkün olmadığını düşünüyorum. Ancak Azadamard’ın satır aralarına sinen öfke, hayal kırıklığı ve tekrar eden “devlet nerede?” sorusu, okuyucuda açık bir fikir oluşturuyor bence: “Bu böyle devam edemez.”
Başka bir deyişle Azadamard’daki makaleler, 24 Nisan’ı öngörmez ama ona zemin hazırlayan gelişmelere dair fikir edinmemize yardımcı olabilir.

24 Nisan 1915’te Azadamard çalışanlarından kimlerin alındığını ve başlarına neler geldiğini biliyor musunuz?

Bildiğim kadarıyla yaklaşık 200 Ermeni aydını tutukladı. Bunların önemli bir bölümü doğrudan Azadamard’ın yazarları, yayıncıları ve siyasi hattının temsilcilerinden. Şu anda aklıma gelen tutuklanan ve akabinde öldürülen Azadamard kadrosundan başlıca isimler şair ve yazar Adom Yarcanyan, yazar Sarkis Minasyan, hukukçu Harutyun Şahrigyan, gazeteci yazar Rupen Zartaryan, yazar Nerses Papazyan.

Ermeniler hakkında çalışmalar yapan bir akademisyen olarak, soykırımın 110. yılında ne söylersiniz?
Soykırımın 110. yılında, hâlâ aynı temel hakikatle karşı karşıyayız: Tanınmayan acılar dinmez, bastırılan hafızalar toplumsal barışa hizmet etmez, adalet olmadan ortak gelecek kurulamaz. Bu yalnızca Ermenilere yapılan bir tarihsel haksızlığın telafisi değil, aynı zamanda geçmişin adaletsizlikleriyle şekillenmiş bugünü tanıma ve dönüştürme meselesidir.

Bir başka deyişle 1915, bir kopuş değil; uzun bir yapısal sürecin doruk noktasıdır. 1850’lerden itibaren başlayıp Tanzimat reformlarıyla kurumsallaşan dışlama, mülksüzleştirme ve idari marjinalleştirme pratikleri, 1909 Adana katliamıyla görünürleşmiş, Meşrutiyet döneminde umuda rağmen süregelmiş ve 1915’te büyük bir felakete dönüşmüştür. Bu süreklilik, benim için yalnızca bir tarihsel analiz konusu değil, aynı zamanda şiddetin nasıl “normalleştirildiğini” anlamak için de kritik bir sorudur.

Zira soykırımın yalnızca öldürmek değil; öncesinde susturmak, görünmezleştirmek, mülksüzleştirmek, hafızayı silmek, entelektüel kadroları yok etmek ve nihayet toplumsal varlığı ortadan kaldırmak gibi çok katmanlı süreçlerin toplamı olduğunu düşünüyorum. Azadamard’ın yazarlarının 24 Nisan’da hedef alınması, bu entelektüel hafızanın da yok edilmek istenmesinin bir göstergesidir mesela. Dolayısıyla 1915, yalnızca yaşananların değil, öncesinde görülmek istenmeyen işaretlerin de bir sonucudur.

Tarihçi olarak benim için 110. yılında soykırımı anmak, yalnızca bir yas tutma eylemi değildir. Aynı zamanda tarih yazımını dönüştürmek, adaletin hangi araçlarla ertelendiğini göstermek, sesleri bastırılmış halkların mücadelesini tarihin merkezine almak demektir.

Benim için 1915, yalnızca geçmişe değil, aynı zamanda bugüne ve geleceğe dair bir sorudur: Adaleti sağlamamak kimi korur? Hafızayı bastırmak nasıl bir gelecek kurar? Ve tarih, hangi sesleri susturarak yazılır?

Kategoriler

Güncel Dosya



Yazar Hakkında