Neden Türkiye'de ırkçılık hakkında az konuşuyoruz? Hem tarihsel kökleri bulunan, hem günün ana akımına hakim görüşe göre Türkiye'de ırkçılık yoktur. Tarihin sadece “resmi” versiyonunu hazmetmiş, kurucu milliyetçi harçla yahut bu harcın yıllar içinde dönüşen yeni kıvamıyla yoğrulmuş bir bakışın bu sonuca varması şaşırtıcı sayılmaz. Fakat bu yaklaşıma farklı dozlarda sorgulayıcılık katanlardan dahi, “bir sürü mesele var ama en azından o yok” minvalli bir tür şükür cümlesi duymak olanaksız değildir. Belki daha önemlisi bu görmezden gelişin, ırkçılığa “onca mesele arasında” ikincil önem atfetmenin tezahürleri eleştirel düşün dünyasında, sol politik çevrelerde de kendini gösterebilir.Sadece Türkiye'de değil, tüm dünyada yükselen sağ, güçlenen “faşist enternasyonel” ile birlikte “Irkçı değilim ama...” diye başlayan ürkek ton aşılarak “malum ırk” çıkışlarının havada uçuştuğu, “ırkçılık hakkının elinden alınmasına” isyan edilen bir noktaya geliyor; gündelikleşmiş, mizahla karılmış, hedef kitleden görünmezlik değil yok olmasını talep eden bir doz normalleşiyor. İstos Yayın'ın the London School of Economics'in desteğiyle 19-20 Ekim tarihlerinde düzenlediği “Türkiye'de Irkçılık” konulu konferans tüm bunları masanın görünür yerine çekme ve tartışma niyeti taşıyordu.
Elbette her şey neyi, ne şekilde, ne için tanımladığınızla başlıyor. Irk ve ırkçılık kavramlarının nasıl tarif edildiği, nasıl bir tarihsel bağlama oturtulduğu önem kazanıyor; toplumsal, siyasi, iktisadi, toplumsal cinsiyet temelli diğer hiyerarşik kategorilerle birlikte işleyiş biçimini, gizlendiği maskeleri, aldığı yeni halleri işaret etmek gerekiyor. Irkçılığın yapısallığı, yaygınlığı ve köklerinin ne denli geniş alana uzandığı ancak böyle aşikâr olabilir, görünmezliği aşılabilir. Farklı dönemlere göre ele alınması gereken ama hep bir sabit gibi duran Müslüman olmayanlara yönelik ayrımcılık, göçmen/mülteci karşıtlığının özellikle Suriyeliler nezdinde pogroma varan dışavurumları, asimilasyoncu Kürt politikalarının çekirdeğindeki ırkçılık, Arap ırkçılığının Filistin meselesini kavrayışa kadar sızan ağırlığı, Türkiye'deki Afrikalılara yönelik gizlenmeyen dışlanma örnekleri bu görünmezlik meselesini de tartışılır kılıyor elbette. Sadece Türkiye'de değil, tüm dünyada yükselen sağ, güçlenen “faşist enternasyonel” ile birlikte “Irkçı değilim ama...” diye başlayan ürkek ton aşılarak “malum ırk” çıkışlarının havada uçuştuğu, “ırkçılık hakkının elinden alınmasına” isyan edilen bir noktaya geliyor; gündelikleşmiş, mizahla karılmış, hedef kitleden görünmezlik değil yok olmasını talep eden bir doz normalleşiyor.
İstos Yayın'ın the London School of Economics'in desteğiyle 19-20 Ekim tarihlerinde düzenlediği “Türkiye'de Irkçılık” konulu konferans tüm bunları masanın görünür yerine çekme ve tartışma niyeti taşıyordu. Bazen bu tür etkinliklerde tek bir başlık seçmek onu her yerde bulmaya baştan hazır, dolayısıyla tersinden peşin hükümlü ve kendi yapılış amacını haklı çıkarmak için bütün alarmları oraya talep eden bir program doğurabiliyor. Bağlam, sorular, ihtimaller ve tehlikeler üzerine iki güne yayılan oturumlar ise çağın yükselttiği diğer ayrımcılık biçimleriyle etkileşimini, kesişimselliğini ortaya koyabilmek için ırkçılığı nüanslarda işaret eden sunuşlara yer veriyordu. Birlikte konuşma ve dinleme arzusu önemliydi. İki günün yetmeyeceğini baştan teslim ederek başlayan bu konferansın tevazusu, konuşulanların tamamını bir yazıda özetlemeyi haylı hayli imkânsız kılıyor. İyi olan şey, bu tartışmanın zaman içinde bir kitaba dönüşecek olması.
Kafatasçılık kıstası
Özgür Sevgi Göral ve Foti Benlisoy, klişelere hapsolmuş bir çerçevenin, ırkçılığın sistemik yapısını ve kendini yeniden üretme biçimlerini gözden kaçırmaya neden olduğunu ifade ettikleri konuşmayla açılışı yaptı. “Kafatasçılığa” odaklanan bir ırkçılık tahayyülü, biyolojik ırkçılıktan ötesini konuşulur saymamayı getiriyordu haliyle. Türkiye'de tarihe bakarken 1930'ların görünür ırkçılığı yanında 1912-22 arası ilksel birikim sürecinin ırksallaştırılmış mülkiyet rejimi flu kalabiliyordu.
Benlisoy, ırkçılığı dille ilgili söylemsel ya da bireysel bir mesele olarak ele almanın, ırkçılığı bireysel bilinçlenmeyle, hatta eğitimle çözülebilecek bir tür cehalet meselesine indirgemenin sorunlu yanından söz etti. Irkçılığı işçi sınıfını bölmek üzere ideolojik bir kumpas olarak kimlik siyasetine havale eden ve ikincilleştiren, solun bir bölümüne sinmiş anlayışa mesafelerinin altını çizdi.
Klasik Marksist anlatıda işçi sınıfının zaten ırksallaştırılarak oluştuğuna dikkat çeken Göral da, ırkçılığın tüm sömürü ve tahakküm mekanizmalarıyla birlikte işleyen, heteronormatif sistemle ve patriyarkayla eklemlenmiş, üstelik kendini sadece bir şiddet fazlası olarak ifade etmeyen, gündelikleşmiş yanlarına dikkat çekti.
Irksallaştırılmış mülkiyet rejimi
Tamamına değmek mümkün değilse de konferanstan anahtar notlar aktarırsak... Irk, Sınıf ve Kapitalizm başlığında Doğan Çetinkaya'nın Türkiye'nin kapitalistleşme tarihini 19. yüzyıla kilitleyen akademik bakışı 17. yüzyıldan itibaren ilksel birikimin ırksallaştırılmış olarak şekillenişe kaydırması, Ermeni Soykırımı ve mübadele pratikleriyle Türk milli kimliğindeki gayrimüslim karşıtlığına işaret etmesi önemliydi. Seda Altuğ da geç Osmanlı ve erken Cumhuriyet dönemine mülkiyet rejimi perspektifinden, topraksızlaştırma-mülksüzleştirme örnekleri üzerinden baktı. Suavi Aydın, Erol Ülker, Yael Navaro ve Barış Ünlü Türk milliyetçiliğinin ırkçılıkla bağına, ötekinin inşasına ve şiddetin ta kendisi olan kolonyal moderniteye bakmaya başka bir oturumda devam etti. Şehir odaklı oturumda rıza üretimi, muteber vatandaşın yaratılması amacıyla mülkiyetin bir araç olarak kullanılmasının izini daha güncel kent ve ırksallaşmış mülksüzleştirme pratiklerinde takip eden Begüm Özden Fırat, buradan doğan toplumsal hareketlere baktı; özel mülkiyet savunusuna düşmememek için “kamu”yu yeniden tanımlama gerekliliğine işaret etmesi önemliydi. Bahadır Özgür ancak hiyerarşi ve zorbalıkla kapatılabilen yeni iş gücü ihtiyacını, kentsel dönüşüm hareketlerini, kabuk değiştiren kapitalizm üzerinden anlattı.
Nazan Üstündağ ırksallaştırmanın gramerini Kürtlerin zorunlu göçü, kadın bedeninin köleleştirilmesi bağlamında ele aldı. Cenk Saraçoğlu, mülteciler üzerinden ırkçılığın yaygınlaşması sayesinde kurulan paralel emek rejimine, pogromların dahi patoloji ele alınarak sağlıktan eğitime uzanan sorunların depolitizasyonu için nasıl kullandığına dikkat çekti. Türkiyeli ve Suriyeli işçilerin birlikte çalışma ve direnme pratiklerine dair sahadan tecrübeler paylaşan Birtek-Sen Genel Başkanı Mehmet Türkmen, gerekçelerini anlatmanın ırkçılığı ortadan kaldırmaya yetmeyişinden yakındı. Keza Birlikte Yaşamak İstiyoruz İnisiyatifi'nden Başak Kocadost da göçün yapısal sebeplerini sıralamayı sağın malzemeye çevirmesinden, hukuki yaptırım ya da şiddet korkusuyla mültecilerin kendilerinin ırkçılık karşıtı mücadelede yer alamayışından söz etti.
Yine ırk ve şehir panelinde Waseem Ahmad Siddiqui mültecilere yönelik ırkçılık siyasetini “insan onuru” temelinden alan, kendi tecrübesiyle şekillenmiş bir sunum yaptı. Konferansı düzenleyen çekirdek ekipten olan Helen Mackreath da uzun yıllardır göç ve tezi dolayısıyla İstanbul'daki Suriyeliler üzerine çalışıyor. O da kenti, Suriyelilerin bakışından, gevşek kurallı bir cezaevi olarak ele aldı. Salonda az sayıda Suriyeli olmasının da, kendi hikâyelerini anlatırken ırkçılık kavramını kullanmaktan imtina etmelerinin nedeni de aslında konferansın muhtevasına dahildi, korkuyorlardı.