Son birkaç yıl, gerçek manzarayla yüzleşmediği için tarım ülkesi olmakla övünmeye devam eden Türkiye için tarım başlığında konuşulabilecek her sorunun derinleştiği, katmerlendiği bir dönem oldu. Tarım arazileri büyüme fetişinin ana damarı görülen enerji, maden, inşaat, turizm gibi başka sektörlerin yatırımları için feda ediliyor.
Osmanlı Devleti'nin son zamanlarından başlayıp Cumhuriyet'in erken yıllarına uzanarak bu toprakların kapitalistleşme hikâyesini takip etmek için hakikaten toprağa bakmak gerekiyor. Bu sürecin mülkiyet ve toprağı işleme biçimlerinin dönüşümü, işçileşme, makineleşme, mülksüzleşme gibi sonuçları, erken dönemde elbette yeni evrilen küresel ekonominin dalgalarına, siyasi dönüşümlere bağlı olarak kendini gösteriyordu. Ama bu etki aynı zamanda örneğin limanlara yakınlığa, ileri kapitalist güçlerin paylaşım haritasını çıkaran demiryolları ağının parçası olup olmamaya göre de değişebiliyordu; farklar vardı. Bugün muhtemel bölgesel farkları başka etkenler belirliyor, onun dışında mantık aynı, tahayyül tek, gidişat vahim.
Son birkaç yıl, gerçek manzarayla yüzleşmediği için tarım ülkesi olmakla övünmeye devam eden Türkiye için tarım başlığında konuşulabilecek her sorunun derinleştiği, katmerlendiği bir dönem oldu. Tarım arazileri büyüme fetişinin ana damarı görülen enerji, maden, inşaat, turizm gibi başka sektörlerin yatırımları için feda ediliyor. Tarım politikaları zaten şirketleşmeyi, köylünün işçileşmesini destekler nitelikte. Küçük üreticiyle adil fiyat arasındaki makas daha da açılmış. Halihazırda tarımda çalışan işçilerin çalışma koşulları ağırlaşıyor, sömürü artıyor. Zincirin son halkasında tüketici sağlığı da tehlikede çünkü endüstriyel tarımın ve üretimde kimyasal kullanımının normlaştığı düzende atalık tohum kullanan, zehirsiz üretim yapmaya çalışan küçük üreticinin geçinmesi mümkün değil.
Tarımda çalışan işçilerin örgütlenebileceği, var olan konfederasyonlara bağlı sendikalar var; tahmin edebileceğiniz gibi bunların da gücünü ülkenin genel sendikasızlaştırma politikaları belirliyor. Fakat bu sektör sigortasız, güvencesiz, göçer emeğe fazlaca dayandığından, bu işçilerin örgütlenme hakkı kâğıt üzerinde bile yok. Bağımsız örgütlenmeler arasında en genci, Umut-Sen'in destekleriyle kurulan Tarım-Sen, tarım, balıkçılık ve ormancılık işkollarında kurulan bir sendika. Orman işletmeleri, hayvan ve tavuk çiftlikleri, seralar, balık çiftlikleri, bazı belediyeler için peyzaj işi yapan şirketler gibi mecralarda 180 bin insanın çalıştığı bir sektörden söz ediyoruz. Tarım-Sen küçük üreticiyi, ayrıca mevsimlik kayıtsız emeği de kapsayarak örgütlemeyi, eylem odaklı bir mücadeleciliği hedefliyor.
“En azından sigortalı”
Bu konuda akademik olarak da çalışmış olan, Tarım-Sen'in genel başkanı Umut Kocagöz, son birkaç yılda artan bu ivmeyi uluslararası piyasaların dayattığı iş bölümünün bir sonucu olarak ele alıyor. Bir tarım ülkesinin montaj sanayi ülkesine, dünyanın lojistik depolarından birine ya da Avrupa'nın Çin'i olmaya doğru evrilişi hikâyesi olarak okuyor, “Anadolu küresel fabrika olarak yeniden dizayn ediliyor” diye tarif ediyor. Nihai manzara şu: Tarımı ata mesleği olan gören, seven çiftçinin dahi hayatta kalması gittikçe zorlaştığından topraktan vazgeçiyor, kaldı ki genç kuşak için ne köy, ne toprak sürdürülebilir bir hayat imkânı sağlıyor. Gençlerin baba, dede mesleğini hor görmesi gibi yaftalanamayacak, klişe kuşak farkına indirgenmeyecek bir kopuş bu. Alternatif gibi görülense ayrıca düşündürücü.
Kocagöz, ayrıca hâkim olduğu Kınık-Bergama-Soma havzasında gençlerin tüm risklere ve ağır mesaiye rağmen madenciliğe yöneldiğinden söz ediyor. Kuşaklardır tütünle geçinenler, tütün politikaları nedeniyle bundan cayıp zeytine, domatese, sözleşmeli tarıma yönelmiş. Aynı süreçte bölgenin Zonguldak'tan sonraki madencilik havzası haline gelmesi, gençleri sigortalı bir iş olarak madenciliğe itmiş. Kocagöz Anadolu'nun genelinde pıtrak gibi yayılan organize sanayi bölgelerinin, arazisi olmayan kesimleri sigortalı işlere kaydırdığından bahsediyor. Yüksek enflasyon karşısında eğip bükülmüş asgari ücreti düşününce, tarım işçisi bakımından borçlanmanın, sürdürülemezliğin boyutu daha iyi ortaya çıkıyor. “En azından sigortalı” diye tercih etmek, asgari ücreti bir güvence gibi görebilmek, ölmemek için el atılan bir can simidi gibi.
Seralardaki görünmez işçi ordusu
Tarımın bu tahripkâr dönüşümünde kamuoyunun çok göz önünde olmayan bir işçi kesimi de seralarda çalışanlar. İzmir Bergama'daki Agrobay Seracılık'ta çalışırken Tarım-Sen'e üye oldukları (ya da olabilecekleri) gerekçesiyle işten atılan işçilerin geçen yılın Ağustos ayında başlayan direnişi bunu biraz kırdı. Bu eylemler zinciri üzerinden yürüyen üç dava var: Biri gözaltılar sırasında kolluğa mukavemet suçlamasıyla açılan dava. İkincisi işten çıkarılmalara dair açılan tazminat davası. Üçüncüsü de şirketin eylem süresinde itibarının zedelendiği gerekçesiyle açtığı manevi tazminat davası. 2025'in ilk yarısında sonuçlanmaları bekleniyor.
Agrobay'ın da büyüklerinden biri olduğu bu seralar “küresel fabrika”yı teşbihten çıkaran, hakikaten fabrika normlarını tarım emeğine taşıyan işletmeler. Umut Kocagöz kiminde 300-400 işçinin çalıştığı bu seraların diyelim Esenyurt'ta bir fabrikadan farksız olduğunu söylüyor. İşçilerin servislerle uzak yollardan taşındığı, hiyerarşik disiplinin asıl olduğu, çalışana “Hadi hadi” baskı sisteminin dayatıldığı fabrikalar bunlar. Kâr hırsı ve sömürü esası oluşturuyor. Birçoğu sadece ihracat odaklı üretim yapıyor. Tarımda çalışmak hiçbir zaman kolay değil ama elbette küçük üretici için çalışmakla böyle bir şirkette tarım işçisi olmak arasında da fark var.
Her tür emek yoğun işin altına ses çıkarmadan giren, işveren cenahın tabiriyle “erkek işini” dahi yapan kadınlar bu sektörde ezici çoğunluğu oluşturuyor, üstelik tarımda tecrübeliler. Cinsiyetçi hiyerarşinin işlediği bu “fabrikaların” aynı zamanda birçok kadın istihdamı teşvikinden faydalanması ayrıca manidar. Üstelik cinsiyet temelli iş bölümü mesai sonrası devam ediyor, bu ağır işin ucuz işçileri kadınlar evlerine, ailelerini doyurmaya, evlerini temizlemeye koşuyor.
Peki bu gidişat örneğin beş yıl sonra nasıl bir tarım manzarası oluşturacak? Haliyle pek iyimser değil Umut Kocagöz: “Pestisit meselesi beş yıl önce de vardı, bugün daha çok gündemde, beş yıl sonra daha da fazla gündemimizde olacak. Çünkü geleneksel yöntemlerle, ilaç kullanmadan, atalık tohumla üretim yapan çiftçi günden güne azalıyor. Bir diğer mesele işçi sağlığı ve güvenliği önlemleri. Agrobay sürecinde gördüğüm şeylerden biri de yoğun ilaç kullanımı oldu. Bu hem ürüne hem de işçinin bedenine yansıyor. Beş yıl içinde bu tarz işletmelerde çalışan işçi sayısının artacağını öngördüğüm için, işçi sağlığıyla ilgili bu kısmın da daha büyük bir sorun haline geleceğini düşünüyorum. İhracat odaklı, yoğun ilaç ve gübre kullanımına dayanan, işçi sağlığı iş güvenliği önlemlerini ciddiye almayan, büyük ya da orta ölçekli ya da sera tipi ihracata yönelik üretim yapan işletmeler daha da artacak. İnsanlar doysun diye değil, para kazanmak için yapılan tarım, gıda krizinin de en temel sebeplerinden.”
Tüketici halkasına gelelim. Taze örnek, Aydın İncirliova'da ihracat odaklı çalışan bir işletmenin incirleri, gıda güvenliği açısından büyük risk taşıyan aflatoksin içerdiği için geri gönderilmiş. Kocagöz, bunda işletmenin üretim tercihleri kadar bölgedeki jeotermal kaynaklı hava, toprak ve su kirliliğinin etkisine de dikkat çekiyor. Bu işletme çiftçiye, tüccara, işçiye, kimseye borcunu ödemeyerek iflas etmiş. “Krizin bedelini kim ödeyecek? En alttakiler” diyor. Peki bu incirleri kim yiyecek? Bunun cevabından hepimizin neredeyse emin olması ayrıca hazin.