Hem bizzat tanıklıklarım, hem tanıkları dinlemek üzerinden gazeteciliğin bana sağladığı hafızayı harita gibi kullanarak Suriçi'nde dolanıyorum. Yüz gün süren çatışmanın ardından yıllarca kapalı tutulan bazı sokakların en son 2019'da gördüğüm polis barikatları, paravanlar kalkmış. Kalkmış ama birçoğu ne eskiye, ne yeniye, mekânı zamanda donduran boşluklara açılmış sanki. Gezinirken Sur'un eski sakinlerini dinliyorum. Biri inşaat işçisi, evi yıkılınca başka bir ilçeye göçmüş. Ne manidardır ki, şimdi inşaatlarda iş çıkarsa eski mahallesine çalışmaya geliyor. Bir diğeri evi, dükkânı, alet edevatı Sur'da dümdüz edilmiş bir tesisatçı. Onlar yeni Sur evlerinde topluca takside girmişler,
Diyarbakır'da otel resepsiyonlarında, hediyelik eşyalar satanların bazılarında Suriçi'nin haritası var. Kentte kaybolmayasınız diye cebinize atıp kiliseleri, camileri, müzeleri, çarşıları takip edebileceğiniz, o bildik basit lejantla hazırlanmış turistik haritalar. Sur'un yeni halini gösteriyor mu bunlar, diye soruyorum. Yok, diyorlar, fazla söze gerek yok diyen bir bakışla birlikte. Bugün ne 2015'te çözüm sürecinin sona ermesinden sonra başlayan çatışmalı sürecin ardından dümdüz olmuş Suriçi'ni tanımak mümkün, ne de sonra üzerinden genişleyerek “Toledolaşmış” yeni kısmını. Suriçi'nde bulunacak yol yok, kaybolmaktan kaçış yok, bunu gösterecek harita da yok.
Wêjegeh Amed'in (Diyarbakır Edebiyat Evi) düzenlediği Diyarbakır Karşılaştırmalı Edebiyat Günleri'nin 15-24 Kasım tarihleri arasında gerçekleşen beşincisinde ana başlık “Dönüşen Kent, Değişen Edebiyat”tı. Sadece takip edebildiğimiz son üç gününde değil, iyi planlanmış yoğun tüm programıyla Kürtçe ve Türkçe edebiyat dünya edebiyatıyla kesişti, cezaevlerine uzandı; felsefeyle, kent ve siyaset kuramlarıyla beslenerek zihin açan oturumlara vesile oldu. Lîs Yayınevi'nin bünyesinden yeşeren, hakikaten takdir ve minnet uyandıran bir adanmışlıkla, maddi ve manevi zorlukla mücadele ederek sürdürülen bir etkinlik bu. Diyarbakır'ın başka kentlere benzemeyen hareketli, hararetli kültür hayatının önemli bir parçası.
Film setindeki hakikat
5. Diyarbakır Karşılaştırmalı Edebiyat Günleri'nde Kürtçe ya da Türkçe, birçok konuşmanın hafıza temasına dokunması boşuna değil. Hafıza asimilasyon politikalarına karşı direnişin gücü, hafıza yaşanan acılara vefanın biriktirildiği o kuytu köşe, hafıza tek tek hayatları ayakta tutan iskelet. İlk çırpıda salt kentsel mekânı ilgilendirdiği düşünülen kentsel dönüşümün neoliberal ekonomi politikalarını, siyasi iktidarın ideolojik propagandasını hayata geçirmek için ne verimli bir şablon sunduğu küresel çapta doğrulanmış bir hakikat. Bunun güvenlikçi anlayışla, militarist pratikle bu denli iç içe geçmişliğini göstermesi açısından dönüşen Diyarbakır, özellikle de Suriçi ayrı bir yerde duruyor.
Hem bizzat tanıklıklarım, hem tanıkları dinlemek üzerinden gazeteciliğin bana sağladığı hafızayı harita gibi kullanarak Suriçi'nde dolanıyorum. Yüz gün süren çatışmanın ardından yıllarca kapalı tutulan bazı sokakların en son 2019'da gördüğüm polis barikatları, paravanlar kalkmış. Kalkmış ama birçoğu ne eskiye, ne yeniye, mekânı zamanda donduran boşluklara açılmış sanki. Bir sokak, aniden bir tarihi yapının restorasyon tabelasının, TOKİ inşaatının ve hâlâ kurşun izleri duran birkaç yıkıntının kesiştiği dev bir çamur birikintisine açılıyor. Mümkün olsa, iki ileri sokakta dünyanın önde gelen lüks markalarına ait ürünlerin satıldığı mağazalarla birleşecekler. Gezinirken sohbetler, çaylar eşliğinde Sur'un eski sakinlerini dinliyorum. Biri inşaat işçisi, evi yıkılınca başka bir ilçeye göçmüş. Ne manidardır ki, şimdi inşaatlarda iş çıkarsa eski mahallesine çalışmaya geliyor. Bir diğeri evi, dükkânı, alet edevatı Sur'da dümdüz edilmiş bir tesisatçı. Onlar yeni Sur evlerinde topluca takside girmişler, 15 yıl ödeyecekler, evi kiraya vermişler. O da Batı kentlerinde inşaatlarda çok çalışmış, “kuyruklu Kürt” temalı hatıralarını yarı gülerek anlatıyor. “Bazen düşünüyorum” diyor, “biz bu kadar kötü insan mıyız? Ben Kürdüm diye kötü müyüm?”
Tahir Elçi'yi anımsamaksızın geçilmeyen Dört Ayaklı Minare'nin ucundan yeni Suriçi'ne uzanılıyor. Toledo'ya benzetilmek istenen kısım. Çift sıra seçkin kafeler ve mağazalarla dolu, ışıltılı lakin tenha bir cadde. Hemen yakındaki Mar Petyun Keldani Katolik Kilisesi'ne giriş ücretli olmuş. Yapıların aralarında bu defa polisin değil ticari işletmelerin koyduğu, İnstagram fotoğraflarına zemin olsun diye dikilmiş paravanlar var. Paravanların ardı boş, bomboş. Buradaki film seti hissiyatı, az aşağıdaki iki katlı evler bölümünde ikiye katlanıyor, labirentimsi sokaklarda kaybolan dahi yok. Hükümete yakın birtakım dernek, vakıf ve kurumların tabelaları göze çarpıyor. Canlı tek insan olarak 70'lerinde bir kadınla karşılaşıyorum. Eski Sur'dan buraya taşınan az sayıda aileden biri onunki. Altı odalı evden, üç odalıya sığışmak zorunda kalmışlar, borç çok, bir de ekmek alacak dahi yeri yok etrafta. Yürümekten yakınıyor. Köşeyi dönüyorum da, “zehir zıkkım olsun bizim paralarımız onlara” lafları hâlâ kulağıma geliyor.
“Tek bayrak, tek millet, tek tabela”
2016'dan sonra çok dükkânın kapandığı Gazi Caddesi, halk ve yerli turist gruplarıyla işleyen tek damar gibi canlı. Bakanlıklar ve birtakım belediyeler desteğiyle tek tipleştirilen tabelalarla dalga geçiyor biri sorunca: “Tek bayrak, tek millet, tek tabela”.
Suriçi'nin daracık sokaklarında, küçelerde gezenler başka bir yere benzetememenin güzelliğiyle kendini kaybolmuş hissederdi eskiden. Kent kimi çirkinliklerle büyüse de, kimliğinin çekirdeğini oluşturan Suriçi'nde dolaşınca pusulalar ayarını bulurdu. Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Eşbaşkanı Serra Bucak'a dönüşen Diyarbakır'ı soruyorum. Her an kayyım atanması ihtimaline dair endişe, kaygılı bir kayıtsızlık değil, hafta sonu dahi çalışacağı bir enerji vermiş ona. Sonradan yaygınlaşan kayyım politikasının ve bu vesayet sürecinin Diyarbakır'da en sembolik anlamını bulduğuna inanıyor. Sur'un eski, çoğu yoksul sakinleri kentin başka yerlerine dağılmış, takip ediyorlarmış. Bucak, çatışmalarda yıkılmayan yerlerin bile sonradan dümdüz edildiğini, kentin kimliksizleştirilmesinin asimilasyon politikasının devamı olduğunu söylüyor. Bugünkü kapitalist turizme yönelik teşviki, o zaman zikredilen “Sur'u fethetmek” arzusuyla ilişkilendiriyor. Kentin ziyaretçiyi, turisti her zaman sevdiğini ama kadın kenti, mücadele kenti ya da Çayönü'ne kadar uzanan kadim tarihin kenti değil, böyle tüketime dayalı bir turizm merkezi olarak pazarlanmasının bir amaç doğrultusunda olduğunu düşünüyor. Hafızasız bir kent mi o?
5. Diyarbakır Karşılaştırmalı Edebiyat Günleri'nde yazar Mehtap Ceyran'ın konuşması geliyor sonra aklıma. Ezberlenmiş ve içselleşmiş hafızadan söz ediyor, tarihin gerçeği resmi tarihin içinden çalınırken tam bu sokakları edebiyat üzerinden geziyordu o gün. Hayattan daha trajik olmayı başarmış hiçbir edebi eser bulunmamasına rağmen, adaletin tam olarak sağlanması hakikatte mümkün değilken, diyordu, edebiyat her şeye rağmen onarıcı adelete çıkan bir yol değil mi? Bu da bir çeşit haritadır.