PINAR ÖĞÜNÇ

Pınar Öğünç

İşçilerin yüz yılına bakmak

19. yüzyılda farklı sektörlerde, zanaatlerde, tarımda, derken sanayi alanında ücretli emek ilişkisi yaygınlaşmaya başladıkça her imparatorluk gibi sınıflı bir toplumun üzerinde yükselen Osmanlı'da sermaye de, işçi sınıfı da çok cemaatli, çok dinli ve çok dilli bir yapı arz ediyordu. Burada anılması şart bir kopuş var Çetinkaya'ya göre: “ulus-devlet inşası, uluslaştırma süreci ve etnik temizlikler, soykırımlar ve mübadele gibi yöntemlerle farklı cemaatlerin çeşitli yollarla imhası”. Bu siyasal proje işçi sınıfından, işçi sınıfı hareketinden önemli unsurlarını koparmak, sosyalist ve Marksist akımların önünü kesmek anlamına da geliyordu.

Cumhuriyet'in 100. yılının çağırdığı simgesellik birçok başlıkta muhasebeye vesile oldu; 2023'ten bu yana bu toplu bakışlar hâlâ sürüyor da. Kısa bir süre önce yayınlanan “Cumhuriyet'in İlk Asrında İşçiler”, Tarih Vakfı Yurt Yayınları için İsmet Akça tarafından hazırlanan Cumhuriyet'in 100. Yılı Serisi'nin bir parçası. İşçi hareketi, işçi hareketinin siyasallaşması gibi başlıkları akademik olarak çalıştığı gibi, aynı konuları “sokakta” da takip eden M. Görkem Doğan bu cildin editörlüğünü üstlenmiş.

Muhasebenin türlü yolu var. Böyle zamanlar bütüncül bir bakış olanağı sunduğu gibi o zamana dek yerleşmiş tarih yazımına da müdahale, tashih ya da alternatif imkânı sunuyor. Doğan, çerçeveyi belirlerken önceliklerinin son 30 yılda ortaya çıkan “yeni” eğilimin altını çizmek olduğunu söylüyor. Eski ile kast edilen ve Cumhuriyet'in 75. Yıl Serisi'nde de izleri bulunan bakış, aslında akademiyi aşan bir yaygınlıkta karşılık buluyor; kökeninde de Doğan'ın deyişiyle “Türkiye kırsal bir tarım ülkesi o yüzden işçiler ve onların kitle seferberlikleri temel toplumsal meseleler değildir” varsayımı var. “Türkiye Cumhuriyetinin ilk asrı çok yukarıdan bakılırsa bir sanayileşme öyküsüdür ve dolayısıyla sınıflar mücadelesi, emek ve bunların dolayımındaki meseleler kenar süsü kabul edilemez. Cumhuriyet'in ilk asrını önemli ölçüde etkilemişlerdir” diyor Doğan. Bu yerleşik kabullere 1923'ü her şeyi izahta sıfır noktası olarak kabul etmek, “Endüstri Devrimi'ne” odaklanmak da eklenebilir. 

Sınıftan eksilen gayrimüslimler

İşçi kime denir, bu topraklarda bir toplumsal hareket olarak işçi sınıfı nasıl oluştu, kapitalizm hangi yapısal dönüşümlerle inşa oldu; tüm bunları tarihte okurken gereken devamlılık Türkiye Cumhuriyeti öncesine bakmayı lüzumlu kılıyor. Kitaptaki makalesiyle bunu yapan ve kapitalist moderniteye odaklanmadan Cumhuriyet'i anlamanın güçlüğünden söz eden Y. Doğan Çetinkaya'ya Osmanlı işgücü içinde gayrimüslim işçilerin yerini sorarak daha geniş bir parantez açabiliriz.
Cisali Tütün Fabrikası'nda her milletten işçiler Foto Guillaume-Berggren-
19. yüzyılda farklı sektörlerde, zanaatlerde, tarımda, derken sanayi alanında ücretli emek ilişkisi yaygınlaşmaya başladıkça her imparatorluk gibi sınıflı bir toplumun üzerinde yükselen Osmanlı'da  sermaye de, işçi sınıfı da çok cemaatli, çok dinli ve çok dilli bir yapı arz ediyordu. Burada anılması şart bir kopuş var Çetinkaya'ya göre: “ulus-devlet inşası, uluslaştırma süreci ve etnik temizlikler, soykırımlar ve mübadele gibi yöntemlerle farklı cemaatlerin çeşitli yollarla imhası”. Bu siyasal proje işçi sınıfından, işçi sınıfı hareketinden önemli unsurlarını koparmak, sosyalist ve Marksist akımların önünü kesmek anlamına da geliyordu. 1870'lerden sonra gelişen, 1908'den sonra yasal alanda daha etkili olmaya başlayan bu damar, ancak kimi tarihçiler tarafından hatırlanan bir birikim ve miras olarak kaldı. Toplumsal mücadele tarihi açısından çok önemli olan bu kopuşa elbette sermayenin millileştirilmesi de eşlik ediyordu. Şöyle tarif ediyor Çetinkaya:

“Avrupa'daki gibi ulus-devlet inşasının arkasında ulusal burjuvazinin milli iktisat anlayışı ve milliyetçi siyasal partileri yer aldı. Bu aynı zamanda gayrimüslim cemaatlerin her türlü sermayesine de çöküş süreciydi. Bunun öznesi, uzun yıllar sadece milliyetçi aydınlar ve devlet kadroları görüldü. Ancak arkasında çok aktif bir Müslüman/Türk burjuvazisi vardı. Bize hep yoktan bir ulusal burjuvazi yaratıldı hikâyesi anlattılar. Oysa onlar bu sürecin öznesiydi. Dahası farklı cemaatlerden unsurlarla bir sınıf kardeşliği çerçevesinde zaman zaman mücadele yürüten işçi sınıfı da ulusal çatışma ekseninde bölündü. Müslüman/Türk işçi sınıfı da ulusal projenin bir unsuru yapıldı. Günümüzün egemen sınıfları ve onların kurumları bu projenin sonucu. Bugünkü siyasal ve kültürel kutuplaşmanın iki tarafı olarak düşünülen kesimler aslında bu projede ortaklar ve aynı şeyler. Hep derim, AKP ve CHP'nin Osmanlı'daki kökenleri İttihat ve Terakki'de birleşir diye. Hem milliyetçilik olarak siyasal proje anlamında, hem de sınıfsal olarak.”

Sendikalarda kadınlar

“Cumhuriyet'in İlk Asrında İşçiler”de, Doğan Çetinkaya ve Görkem Doğan'ın yanında, Can Nacar, Hakan Koçak, Süreyya Algül, Emel Karadeniz, Aziz Çelik, Necla Akgökçe, Selin Pelek, Mustafa Kahveci, Görkem Akgöz, F. Serkan Öngel, Nuran Gülenç, Hande Beyza Doğdu imzalı makalelerle Türkiye'de işçilerin özneleşme süreçlerine, sendikalaşmanın, emek hareketinin farklı dönemlerine odaklanıyoruz. Böyle bir yazı ne bu külliyata ne 100 yıla yeteceğinden parantezlerle ilerlemek daha iyi olacak.

Tarih yazımından her daim eksik kalan kadınlar parantezinde, Necla Akgökçe bu yüzyıla sendikalardaki kadın varlığı ve yokluğu üzerinden bakmış. Akgökçe'nin literatürü taradığı yazısı, derinlikle araştırılmayı ve tarihteki yerlerine konmayı bekleyen bir dizi kadın profili de sunuyor. Reji İdaresi'ne bağlı Cibali Tütün Fabrikası'nda 1904'te kadınlı erkekli yapılan oturma grevi ve buna katıldığını bildiğimiz kadın işçiler Odisya Tebrizya, Mari Neccar, Raşil Eşkenazi örneğin. Ya da 1910'un 1 Mayıs'ına da katılan 120 üyeli Kadın Giyim İşçileri Sendikası. 1946'da kurulan Bakırköy Bez Fabrikası İşçileri Sendikası'nın kurucu kadrosunda yer alan, fabrikada kaynakçı ve tamirci olan Reyan Ozan sonra. Yine aynı yıllarda İstanbul Basın ve Yayın Kafa ve Kol İşçileri Sendikası'nın kurucuları arasındaki gazeteci Neriman Hikmet ve Saadet Varanel. İstanbul Ortaköy Tütüncüler Sendikası'nın kurucularından Zehra Kosova'nın anılarında andığı, urganla bağlanıp Ortaköy'den Sirkeci Emniyet Müdürlüğü'ne götürülenler arasındaki işçi Seher Kerpiç. 1964'te 41 gün süren efsanevi Bereç Grevi'nin nöbetlerinde çatışmada yaralanan ama sonra -Fikriye Odaman dışında- sendika yönetimlerinde görünmeyen o kadınlar. Bandırma, Balıkesir, Çanakkale Havalisi Tütün Müskirat Gıda ve Yardımcı İşçileri Sendikası'na 1952'de başkan seçilerek bu anlamda ilk olan, fırıncı grevlerinden sendika toplantılarına yaptığı birçok konuşmaya karşın hakkında az şey bilinen, ölümünden sonra ancak Alparslan Türkeş'in üvey kız kardeşi olarak hatırlanan Dervişe Koçoğlu. Bütün bu kadınlar araştırılmayı, hikâyeleri anlatılmayı bekliyor.

Geçtiğimiz yüz yıl başlarında kadın işçiler

Akademi de işçileşirken...

Akgökçe'nin yazısı bu anlamda akademiye de bir çağrı ama diğer yandan son çeyrek yüzyıl emek tarihi üzerine akademik çalışmaların çeşitlendiği, derinleştiği yıllar oldu. Bu kısmını “Cumhuriyet'in İlk Asrında İşçiler” cildinin dışına taşan bir parantez yapabiliriz. M. Görkem Doğan bu bereketi akademinin de proleterleşmesine bağlıyor, “Emekçileştiğimiz için emekçiyi daha çok görüyoruz” diyor. Aynı zaman diliminde akademik özerkliğin ve özgürlüklerin üzerindeki baskı daha da arttı. Bu emek çalışmalarını nasıl etkiliyor? Oya Baydar'ın -o zaman Sencer soyadıyla- 1969'da hazırladığı ve kabul edilmeyen “Türkiye’de İşçi Sınıfı Doğuşu ve Yapısı” konulu tezinden söz ediyor.

“O zaman işçi sınıfı bir tehdit olarak görüldüğü için tez kabul edilmemişti. Akademide işçilerle ilgili konuları sınıf perspektifiyle çalışmak bugün Oya Hoca'nın dönemine göre kolay. Son otuz yılda ne yazık ki işçi sınıfı egemenler açısından tehdit olarak görülmediğinden tezlerimizden ya da yazdıklarımızdan dolayı baskı görmedik. Bu otuz yılın 'cıs' konuları daha çok azınlıklar, Kürt meselesi, Anadolu’nun demografik tarihçesi, Alevilik, AKP rejiminin karakteri vs. oldu. İşçi sınıfını yeniden tehdit olarak görmelerini becerebilirsek sorunun yanıtı gelecekte değişir.”

Burada yeni bir parantez beliriyor. İçini doldurması kolay değil, ama işçi sınıfının ve örgütlenme tarihinin yüz yılına yeniden ve soğukkanlılıkla bakmış, hem akademiye hem sokağa yakın biri olarak belki M. Görkem Doğan cevaplayabilir. Ücretli emekte her nevi hak kaybının sistematikleştiği, geniş halk kesimlerinin bu denli açıkça yoksullaştırıldığı kriz görünümlü servet transferi günlerinde, var olan direnişleri küçümsemeden ama saldırının karşılığı olabilecek kitlesellikte bir itirazın yükselemeyişini nasıl açıklarız? İşçilerin geçen asrına bakmak bugüne dair zihnimizi nasıl açabilir?

Küresel fabrikada hareket

Hiçbir şeyin basitçe tekrarı mümkün değilse de, en başta geçmişin başarılı örgütlenmelerini bilmenin bugünün ihtiyacını kurgularken öneminden söz ediyor Doğan. Sokağa yakın tarafı ise 1990'ların sonundan itibaren işçi sınıfı örgütlerinin yeni işçi sosyolojisine uygun bir örgütlenme modeli ortaya koymayı beceremedikleri, hatta buna yeltenmedikleri tespitini yapıyor. Reel sosyalizmin çöküşüne, 90'lardaki ekonomi politik dönüşüm eklendiğinde buna ayak uyduramayan sendikal yapılar kitlesel hareketlerin öncüsü olamadı. Neoliberal küreselleşmenin “küresel fabrikası”nda artık zaten her şey parçalı.
Görkem Doğan Görsel: Umut-Sen
“Fabrika üretim bantları artık sınır aşan üretim bantlarının parçası. Küresel fabrikanın parçalı yapısında üretim parçalanmıştır, işçi parçalanmıştır. Anadolu’nun her yanındaki OSB (organize sanayi bölgesi) çölleri bunun sonucudur. Bu parçalılık işçiler arasında dayanışmayı zorlaştırırken kırsaldaki, özellikle Çin ve Hindistan kırsalındaki yoğun rezerv emek ordusunu küresel sermaye sınıfının erişimine sunuyor. Sözün özü bu küresel fabrika Keynesçi dönem birleşik işletme sendikacılığı pratikleriyle örgütlenemez, nitekim örgütlenemedi. Günümüz işçisi sendikaya mesafelidir. Şu bilgeliğin artık karşılığı yoktur, en kötü sendika sendikasızlıktan iyidir. 2000'lerin ilk on yılında Umut-Sen fikri gelişirken Anadolu’daki küresel fabrikanın standardı olan yüz kişi civarı işletmelerde örgütlenmek isteyen küçük işçi meclislerinin, var olan sendikalar tarafından 'kurtarmıyor' denerek örgütlenmediği pek çok örneğin birinci elden tanığıyım.”

Doğan, kitapta kaleme aldığı makalelerin ilkinde 12 Eylül sonrasını ele alırken 2009'un sonunda başlayan “kahramanca ama sonuçsuz” TEKEL direnişini bir işaret levhası gibi okuyor, ikinci makaledeyse 2010 sonrasına bakıyor. 1988'de Aziz Çelik'in toplu sözleşmeden yararlanan işçi sayılarına bakarak hesapladığı sendikalaşma oranı yüzde 27 civarında, 2012'de bu yüzde 6'ya gerilemiş, manzara net. Diğer makaledeyse 2015'te Bursa'daki Oyak-Renault'ta başlayarak metal sektörüne yayılan Metal Fırtına ve onu var eden dönüşümü ele alıyor. Sonrasında ise fiili grevden fiili direnişe doğru yeni bir aktör beliriyor; 2013'te kurulan DGD-Sen, onu izleyen İnşaat-İş, Bağımsız Maden-İş, PTT-Sen gibi bağımsız sendikaları odağına alıyor. Bu yeni bir örgütlenme biçimi, mücadele dili.

Doğan, her şeye rağmen “Anadolu'daki küresel fabrika kıpır kıpır. Bugün direniş görmemiş OSB yoktur, emekçiler öfkelidir, durumun farkındadır” diyor, “Öfkeli ve ayaklanmış işçinin mücadelesini siyaseten anlamlı hale getirerek siyasi müdahaleyi yapacak örgütlenme modelini hâlâ inşa edemedik, bence eksik budur”. Bu eksikliğin nasıl, ne şekilde dolacağı da işçilerin “ikinci asrını” belirleyecek.