Hangardz tiyatro ekibinin Saroyan’ın eseri üzerinden başladığı ev arayışı bir belgesele dönüşürken, Koçar’ın heykelindeki boşluklar, amorf ve tutarsız bir aradalık, Hangardz ekibinin belgeselinde de gördüğümüz üzere evin tek tanımla ve yekpare bir formda temsil edilemeyeceğinin bir göstergesi olarak karşımıza çıkıyor.
AYLİN VARTANYAN
William Saroyan’ın evin nerede olduğuna ilişkin sözlerini ilk defa, Lusin Dink’in ‘Saroyan Ülkesi’ adlı filminin sonunda, kendi sesinden dinlemiştik. Saroyan evi doğada, iklimde, şehrin sokaklarında, masallarda, bir çay sohbetinde arıyordu. Bu arayış bazen de toprakta yatan ölülere, konuşulan dilin tınısına, hatta kedere ve gülümseye kadar uzanıyordu. Tara Demircioğlu’nun ‘Evimiz Neresi?’ adlı belgeselinin 8 Kasım’da yapılan ilk gösteriminde, bu sözleri Tara’nın sesinden dinledik. Saroyan’ın ‘Yüreğim Dağlardadır’ oyununu, Tara Demircioğlu - Yeğya Akgün ikilisinin yönetmenliğinde sahneye koyan Hangardz bağımsız tiyatro ekibinin yüreklerimize dokunan ve ödüller alan performansını İstanbul’un farklı sahnelerinde yaklaşık üç sezon boyunca seyretme fırsatımız oldu. Grubun Ermenistan turnesinden sonra ortaya çıkan belgesel fikri, oyunun içinde de ele alınan aidiyet, kök, eve özlem ve güvende olmak gibi konuları yeniden irdeliyor.
Belgeselin başında kamera Ermenistan’ın dağlarını, yeşilliklerini, kültürel anıtlarını gösteriyor ve izleyicileri yavaş yavaş, ev kavramıyla ilgili bir araştırma yolculuğuna davet ediyor. Hangardz’ın Ermenistan’da Ermenice olarak oynadığı ‘Yüreğim Dağlardadır’, Ermenistan’da yaşayan seyircilerle bağ kurmanın ötesine geçip, sahne arkası ve önünde dostluklar kurulmasına; ayrıca Hangardz üyelerinin kendi aralarında kimliklerini ve aidiyetlerini mekân üzerinden yeniden sorgulamalarına vesile olmuş. Belgesel, Ermenistan ziyareti süresince topluluk içinde mesele edilen ‘ev’ kavramını inceliyor. Tüm Hangardz üyelerine tek tek soruluyor: Senin için ev neresidir? Tahmin edebileceğiniz gibi her cevap biricik, birbirinden derin ve anlamlı. En güzeli de, Hangardz üyelerinin üretkenliklerini farklı sanatsal mecralarda ele almaya devam etmeyi seçmesi. Her sanatsal üretim, tıkanmışlıklar ve zorluklar içinde güzeli aramaya devam etmeyi ve onu paylaşarak büyütmeyi içerir. Bu süreç, bir evin adım adım inşası ve bakımı gibidir; canlılığa dair bir seçimdir.
Hangardz ‘Yüreğim Dağlardadır’la bizi Saroyan’ın 1914’te geçen bir hikâyesiyle, evinden uzak, evini arayan bir şairin dünyasıyla buluşturdu. Oyunda, evini, dilini, karısını kaybetmiş bir şairin çocuğunun, cebini olmasa da gönlünü zenginleştirmeyi nasıl öncelediğini gördük. “Ermenicenin ve Ermeni kimliğinin taşıyıcısı olan bir büyükannenin sessizleşmiş varlığı, torununun hayal gücüne ve umutlarına dokunabilir mi?” sorusu üzerine düşündük. Dağların, anlatıcının vatanını simgeleyen hem somut hem de metaforik bir arka planı olarak kullanıldığını ve kültürel hafızanın derin bir kaynağını temsil ettiğini gördük. Saroyan’ın eseri üzerinden, sürgün ve kökenlerinden uzak olmanın acısının nasıl işlenebileceğini izleme şansı bulduk. Bu tiyatro temsillerinin içinden doğan belgesel de kökleri, ev kavramını ve aidiyeti samimiyetle araştırmaya devam ediyor.
Belgeseli izledikten birkaç gün sonra Yerevan’ı ziyaret ettim. NPAK’ın (Ermeni Çağdaş Deneysel Sanat Merkezi) hemen girişinde sergilenen, Yervand Koçar’ın muhteşem heykeli ‘Melancholy’ yeniden karşıma çıktı. Müzenin içindeki sergi alanında heykelin farklı aşamaları ve yerleştirmeleri üzerine kısa bir film ve arşiv dökümanları bulunuyordu. Sanatçının 1957 yılında ortaya çıkardığı ve 2003’te daha büyük bir boyutta bronza döktüğü bu heykel, genellikle insan acısı ve varoluşsal umutsuzluğun derin bir keşfi olarak yorumlanır. Eserde, spiral bir biçimde birbirine dolanmış, parçalanmış erkek ve kadın formları, zehir ya da baskı simgeleri olarak görülür ve kalbin olması gereken yerde bir boşluk vardır. O boşluğun ortası yüksek apartmanlarla doludur. Bu güçlü imge, kimlik, kayıp ve modern hayatın bağlantısızlığını yansıtarak, Koçar’ın avangart vizyonuna dikkat çeker. Bu heykelde içerisi ile dışarısı birbirinden ayırt edilemez. Koca parmakları olan el dışarı uzanmak ister ancak kas ve kemik yapısındaki eksiklikler yüzünden hareket kabiliyeti kısıtlanmıştır.
Walter Benjamin’e göre, melankoli genellikle tamamlanmamışlık veya harabe ile ilişkilidir; bu, tarihsel kaybın ardından tam olarak iyileşmenin imkânsızlığını yansıtan bir durumdur. Koçar’ın heykeli de tamamlanmamış bir insan formu gösterir; bu parçalı formların boyunlarındaki spiral, bir tıkanma hissi verir. Kalp yerine kentsel yapılarla doldurulmuş boşluk, kayıplar sonrasında yaşanan kişisel ve toplumsal travmanın oyduğu boşluğu doldurmaya çalıştıkça bedene daha fazla yabancılaştığımızı hatırlatır bize.
Hangardz tiyatro ekibinin Saroyan’ın eseri üzerinden başladığı ev arayışı bir belgesele dönüşürken, Koçar’ın heykelindeki boşluklar, amorf ve tutarsız bir aradalık, Hangardz ekibinin belgeselinde de gördüğümüz üzere evin tek tanımla ve yekpare bir formda temsil edilemeyeceğinin bir göstergesi olarak karşımıza çıkıyor. Sanatın çoklu formlarla temsil gücü aracılığıyla ev arayışı birçoğumuz için farklı şekillerde devam ederken, Koçar’ın eseri gibi güçlü sanatsal üretimler, bizleri peşinde olduğumuz ev imgesine yabancılaştıran formsuzluklar ile karşılaşmaya davet ediyor. Yaklaşık iki yıldır Saroyan’ın sözleri ve imgeleriyle yoğrulan Hangardz ekibinin de samimiyetle paylaştığı ev arayışını bu belgeselde dinlemek ise, bizlere bu arayışta yalnız olmadığımızı hatırlatıyor.