PARRHESİAPAR

PARRHESİAPAR

Silva Bingaz ile ‘Opus 3c’: Görünmeyenin ve kaydedilmeyenin izinde

Fotoğraf sanatçısı Silva Bingaz’ın “Opus 3c” başlıklı kişisel sergisi 22 Mart’a kadar Öktem Aykut’ta görülebilir.

AYLİN VARTANYAN

Fotoğraf sanatçısı Silva Bingaz’ın ‘Opus 3c’ başlıklı sergisi 17 Şubat’ta Öktem Aykut Sanat Galerisi’nde açıldı. Bingaz’ın 2017’de Letonya’da çektiği fotoğrafların yer aldığı sergi, 2002’de İstanbul’da, Yeşilköy’de başladığı ve “kendi kişisel fotoğraf yolumun omurgası” olarak nitelendirdiği ‘Kıyı’ adlı çalışmasının üçüncü ayağını oluşturuyor. Sanatçı, serinin ilk sergisini 2007’de açmış, ardından 2010’da, Japonya’da bir misafir sanatçı programına davet edilmiş ve oradaki çalışmalarının ürünü olarak ‘Japan Coast’ başlıklı bir kitap yayımlamıştı.

Bingaz’ın fotoğrafları, klasik anlamda ‘fotoğraf çekmenin’ (bir imgeyi yakalayıp götürmenin) ötesinde bir eylem. Siyah-beyaz ağırlıklı kareleriyle, imgeler ile gözler arasındaki ilahi buluşma ânını, olabilecek en samimi şekilde, sonsuz bir anlatıya tercüme eden Bingaz’la, yeni sergisinden hareketle, ‘doğurma, bilinmek istenmeyen ve kaydedilmeyeni var etme’ eylemini kayıt altına alma süreçlerini konuştuk. 

Serginin adı, ‘Kıyı’ yolculuğunun üçüncü adımı olduğu için mi ‘Opus 3c’ oldu?

Evet. ‘Kıyı’, 2002’de başlasa da sıralamada benim üçüncü projemdi; öncesinde ‘Evde Değilse Nerede?’ ve ‘Beyan’ adlı işlerim var. ‘Opus 3c’, üçüncü işimin üçüncüsü anlamına geliyor. Letonya’da, bir bestecinin kafasındaki notaları kâğıda dökmesi gibi bir his yaşadım. Baştan sona kafamda olan bir müzik vardı ve onu partisyonlarıyla notaya dönüştürüyor gibiydim. Tüm partisyonları, herhangi bir düzeltmeye ihtiyaç duymayacağım şekilde yazacağımı da sanki biliyordum. Süreyi kendim belirlemiştim: Üç hafta. Yani üç haftada yazılacak bir beste. Bu seri, emeği görünmeyen ve kaydedilmeyen, poetikası yok sayılan annelik rolü ilgili partisyonu yükselen bir volümle çalar. Kafamdaki senfoninin diğer partisyonları da, ana partisyondan rol çalmadan, kendi varlıklarıyla ona eşlik ederler. Öktem Aykut’un kurucularından sevgili Tankut’a bu müzikal referanstan bahsettiğimde, serginin adını onunla bulduk. ‘Opus 3c’de yeni bir şey denedim. Sergi alanında birçok separatör var. Bu separatörlerin birinin yüzeyinde bir başka fotoğrafçı oluyorum – fotoğraf tarihinde kült bir etki yaratan, döneminde herkesin onun gibi fotoğraf çekmeye çalıştığı, benim de çok sevdiğim Ed van der Elsken...


Letonya daveti, fotoğrafları çektiğin mekânlar ve kıyıdaki kadınlarla nasıl bir araya geldiğine dair biraz bilgi verebilir misin?

Letonya’ya ilk kez 2017’de, fotoğraf çekmek üzere gittim, üç haftalığına gittim. Letonya’yı seçmemin sebepleri, aslında pek de Letonya’yla ilgili değil. Hem kendimi daha güvende hissedebilmemi hem de başkalarının bana güvenmesini sağlayacak bir bağlantı kurmak, bu seçimdeki ilk motivasyonum oldu. İhtiyaç duyduğumda ekonomik olarak yer değiştirmemi sağlayacak olanaklar ve bir kadın fotoğrafçının rahat davranabileceği moderniteye sahip olması da bu seçimi yapmamı kolaylaştırdı.
Yaz dönümü kutlamalarını kaçırmamak için biraz aceleyle gittim Riga’ya. Ama bu kez, daha önceki fotoğraf seyahatlerimden farklı olarak, bir anne olarak, toplumsal annelik rolünü sorgulamayı daha fazla istiyordum. Gitmeden önce, oradaki tek bağlantım olan Julia’ya gönüllü olarak bana yardımcı olacak kişilerle, özellikle de çocuklu kadınlarla tanışmak istediğimi yazmıştım. Julia, benim için yaptığı duyurudan sonra, birkaç kişinin benimle tanışmak istediğini söyledi. İlk etapta tanıştığım kişilerden sonuncusu, fotoğrafla yakından ilgilenen, çocuklu biriydi. Letonya’daki yolculuğuma, tanışmaya eski bir bebek arabasıyla gelen Ilze’nin bebeğinin arabasını iterek başladım. 

Japonya’daki çalışman hakkında, bir yazında şöyle demiştin: “Dünyada nereye gidersem gideyim kendi kozamı inşa etmeye çalışıyorum. Ama yerin ve dönemin özgünlüğünden de etkileniyorum. Yüzeyin altındaki şeyleri görmek için biraz derinlemesine araştırma yaptığınızda her şehrin kendine has gizemli ve özgün bir ruh olduğunu fark edersiniz. Bu özgünlük kozamı inşa ederken işlerimde küçük değişimlere sebep oluyor.” Letonya’ya gittiğinde de müzik parçası hazır, kıyı farklı, insanlar farklı, ve bir kozan var. Kozan, önceden hazır olduğunu söylediğin ‘müzik eserin’ mi, yoksa farklı bir kozadan mı bahsediyorsun?

Aklımdaki müziği yazmamı sağlayan şey, sorularım. Bu sorgulamanın volümü hayat içindeki yolculuğumda göreceli olarak değişiyor; bu da yeni bir kozanın oluşmasını sağlıyor. Tabii ki bölgenin de ruhu var. Mesela Letonya’da, kız çocuğu doğum oranı daha yüksek. Veya eski Doğu Bloku ülkelerinde, çalışma hayatına katılabilmiş kadınların feminist mücadelesi törpülenmiş durumda. Çalışma hayatındaki haklar, çocukların ve annelerin kendi kaderleriyle baş başa kalmalarını veya yoksullukla, psikolojik zorluklarla mücadele etmek zorunda kalmalarını engellememiş. 


Sergideki bir fotoğrafta, sağ göğsünde bir ağlayan kadın dövmesi olan bir kadın var. Kadın, diğer göğsünde bebeğini emziriyor. Sağ göğsünden de süt damlıyor. Kadının dövmesindeki gözyaşı ile göğsünden damlayan süt arasındaki paralellik beni çok etkiledi. Sözünü ettiğin, bir başlarına bırakılmış, çocuklarını büyütmeye çalışan kadınların hikâyesine bu fotoğraf üzerinden yakınlaşabiliriz sanırım. Anlamak mümkün değil ama yakınlaşabiliriz bu hikâyelere. Bir de, evinde koyunlar besleyen ve evinde bir koyun başı bulunduran bir kadının hikâyesi var, çok merak ettiğim.
“Şehrin hayvanları nerede?” sorusunu hep soruyorum. Bu soru bana insan-hayvan ilişkilerini düşündürüyor. Maalesef şehirde, insanla ilişkisi olamayan bir hayvanın yaşaması çok zor. Bu ortamda hayvanlara bakan, onlarla ilişkilenen insanları çok özel buluyorum. Sözünü ettiğin fotoğraftaki kadın koyunlarına, köpeklere bakar gibi bakıyor; onlara tasma takıyor, birlikte sokakta yürüyorlar. Koyunlarından biri yaşlandığında, “Bu ölecek, niye kesip yemiyorsun? Eti boşa gidecek” demişler. Kadın o kadar üzülmüş ki koyun öldükten sonra kafasını saklamış buzlukta. 

Mikiko Kikuta, Japonya’daki çalışmanla ilgili yazısında şöyle demiş: “Görülmeyen şeyin fotoğrafı çekilemez. (…) Ancak, Bingaz’ın çalışmalarında ortaya çıkan şey, kelimelerle tam olarak ifade edilemeyen, hatta hiçbir kavramla, teknikle, felsefe veya güzel sanatlar tarihiyle açıklanamayan, çok yoğun acının çıplak hisleri, dayanılmaz bir hüzün ya da sınırda bir deliliğin yürek burkan yankıları olmalı.” Özellikle annelerin fotoğrafları bu acı üzerinden de okunabilir. Ayrıca oyunculuk da var, anne-çocuk ilişkisinde.


Oyunculuk erkeklerde var. Ama genelde bakım veren kadın figürlerini görüyoruz seride; erkekler işin biraz daha ‘oyun’ kısmında. Sana bazı fotoğraflar göndermiştim. Bunlardan biri, Letonya’ya ikinci kez, kanser tedavisi gören arkadaşım Soula için gittiğimde çektiğim bir fotoğraftı, Soula’nın, kocasını bir vitamin damlalığıyla beslemesini gösteren bir kare. Bir diğeri de, emziren bir kadın. Bunları gördüğünde, hoşuma giden bir şey söylemiştin: “Kocayı da besliyoruz, çocuğu da.” Bu, benim aklıma, Umberto Eco’nun kullandığı ‘yazarın niyeti’, ‘okurun niyeti’ ve ‘metnin niyeti’ kavramlarını getirdi. Burada söz konusu olan da, benim niyetim, izleyici olarak senin niyetin ve ‘Opus 3c’nin niyeti. Görüntülerin izleyici ile buluştuğu andan itibaren kendi içinde, başka bir yolculuğu var. Ben de elimden geldiğince bu yolculuğa izin vermeye çalışıyorum. 

Parrhesia Kolektifi olarak seninle yaptığımız webinar’da, çok küçük yaşta, yaşının taşıyamayacağı hikâyelere maruz kaldığını anlatmıştın. Sergideki kadın hikâyeleri ile bu deneyimin buluştuğu noktalar var mı? 

Sanatçı Anselm Kiefer, annesini, anayurdunu ve anadilini İkinci Dünya Savaşı’yla kaybeden Paul Celan hakkında şu soruyu sorar: Ailesini Holokost’ta kaybetmiş olan Celan, bir Yahudi olarak Almanca yazarken ne hissediyordu? Sanat bir şekilde öğrenilen ve yapılabilen bir iş gibi görünse de, aslında öğrenilemeyenin, öğrenilemez olanın ve beklenmedik olanın açığa çıktığı bir yerdir aynı zamanda. Bu kırılma noktalarını yaratan sanatçıların bir ötekilikten geldiklerini düşünüyorum. Öteki olmaktan, açıklanamayan bir acıdan geliyor, bir dertten geliyor o beklenmedik çıkışlar. Yani bazı imkânlara sahip olmak, mesela hâkim kimliğe, hâkim ulusa dâhil olmak veya hâkim cinsiyetten olmak, sanatçının işini kolaylaştırır ama beklenmedik olanı yapmasının önünde de bir engeldir. Son yıllarda şuna daha da çok inanmaya başladım: Beklenilmez olanı gerçekleştirenler daha çok ötekileştirilmiş kesimlerden çıkıyor. “Siz sanata gidemezsiniz” dememin sebebi bu. Sizin hayatınız getirir size sanatı. Tabii, günümüzde sayıları artan sanat okulları, modern dünyadaki ilişkiler ağı üzerinden yürüyen sanat üretme hâlleri, bunlar bir köşede duruyor ve ses de getiriyorlar. Ama böyle dipten giden başka bir durum da var. Sanatın ziyaret ettiği kişiler var. 


Tarihsel travmalar üzerine çalışan Fransız psikanalist Gaudilliere, “Söylenemeyen susamaz da” demiş. Sergiye geldiğimde beni bir fotoğrafın önüne götürüp “Bu fotoğrafta ne görüyorsun?” diye sordun. Fotoğrafta, kıyıya yanaşmış bir teknenin arka kısmında, merdivenin yan tarafında bir saat görünüyor ve saat 19:15’i gösteriyor. Bu kareyi gördüğünde, benim gibi, hemen 1915’i düşünenler vardır eminim. Başka bir şey göremiyoruz; böyle bir durum da var.

Evet, elektronik bir saat ve bir denizci var fotoğrafta. O kareyi çekmemin sebebi, saatin o anda 19:15’i göstermesiydi. Bunu görünce “Ah” dedim, “ne zaman bu rakamları görsen, saat dahi olsa başka bir okuma yapıyorsun.” Sadece benimle ilgili olduğunu düşündüğüm, kişisel bir hatıra olarak saklamak istedim bu kareyi ama, sergiden önce zihnimde bu kadar net olmayan bir cümlenin kelimelerinden biri oldu. Serginin konusu kesinlikle 1915 değil, hatta cümlesi bile değil ama ben ‘o’yum.

Fotoğraflarında her ziyaretçi kendi yolculuğuyla ilgili başka bir anlatı, belki başka bir söz bulacak. Sergide buna da alan açıyorsun; bu durum, serginin genel tasarımına da yansımış.

İzleyiciye izin vermek istediğim doğru. Kesin ve net bağlamlar belirtmek yerine, sergi mekânında alanlar yaratmak istedim. Kafamda Bosch’un triptik resimleri canlanıyordu. Serginin tasarımında Sevim Sancaktar ve Yavuz Parlar ile beraber, havada süzülen, boşluklar yaratan, kıvrımlı parçaları olan strüktürler ürettik. Anlatmaya çalıştığım hikâye, bölüm bölüm bir kitap gibi sergiye yayıldı. Üretimde ve yerleştirmelerde, Öktem Aykut’un kurucularından, sevgili Doğa’nın da çok katkısı oldu. Bir ekip çalışmasının ürünü bu sergi.