“Hadi bakalııım, saat takalım”

O sabah bu cümleyle gülümsedim. İstanbul’un Afrikalı saat satıcılarından biriydi sabah erkenden gelip tezgahını kuran. Ama bu sesleniş, laf arasında anlattığım insanları gülümsetmedi!

FATMA HAZAN TÜRKKOL
fatmaturkkol@gmail.com

Prof. Dr. Ahmet Çiğdem son kitabında, “Türkiye’nin insanı hakikaten yoran bir tarafı var” diyor. Uzun zamandır bu “yoruculuk” aklımda. Nedenler üzerinde düşünmesek de tanımlamadan, oradan oraya taşıyoruz bu dermansızlığı.

Bu yazıya başladığım günün, Ahmet Hocamın cümlesini çerçeveleyip asma iştiyakıyla dolduğum sabahından söz etmek istiyorum. İstanbul’un en yoğun toplu ulaşım duraklarından biri Edirnekapı metrobüs durağından… Yolcuların yoğunluğu seyyar satıcıları da çeker her sabah buraya. Dizi dizi sıralanmış, yere serilmiş bezlerden oluşan tezgahların başında gözleri mahmur ama dinç amcalar, teyzeler bekler. Çiçek, çanta, parfüm, simit, saat, su, nar sıkma makinesi, kitap, patik, bebek elbisesi… Aralarından geçip gidersiniz bu rengarenk açıkhava mağazasının. Arada bir göz göze gelirseniz birisiyle, emeğinin ucuzluğu, iki zabıta baskını arasında kovaladığı güvencesiz çalışma şartları karşısında mahcup, başınızı eğip yürürsünüz ofisinize doğru.

Başka ses

“Hadi bakalııım, saat takalım” O sabah bu cümleyle gülümsedim. İstanbul’un Afrikalı saat satıcılarından biriydi sabah erkenden gelip tezgahını kuran. Müşteri çekmek için sesi diğerlerine karışıyor, hatta çevredeki seyyar satıcılar gibi davrandığına bakılırsa, yaptığı işin genel geçer kurallarını da öğrenmiş görünüyor.

Ama bu sesleniş, laf arasında anlattığım insanları gülümsetmedi! Beklentiler dışında bir tepki almaktan öte şaşkınlık, hatta hayrete düşmeydi yaşadığım. Onlar öyle benim sandığım gibi insanlar değillerdi. Kaç tane saat satılabilirdi ki o parayla geçinilebilsin? O küçük tezgahın üstü saatti, kim bilir atında neler vardı! Geçen gün de villası olan bir “dilenci” haberlere çıkmıştı. Seni beni çıkartırdı bu “tip”ler cebinden. Onlar kesin uyuşturucu falan işindeydiler, yoksa yabancı bir ülkede geçinilmesi mümkün müydü seyyar satıcılıkla? Olaylara da öyle “saf” yaklaşmamak gerekti, neleri vardı neleri…

Olumsuz aşkı

Günlük konuşma içinde sıklıkla kullanılan “istisnalar kaideyi bozmaz” şeklindeki garip “kaide” Türkiyeliler tarafından olumsuz anlamıyla kabulleniliyor. Cümle içindeki olumlu olanın, az sayıdaki olumsuz sebebiyle yok sayılamayacağını düşünmek ürkütüyor Türkiyelileri. Yani hep –ki bu kaide içinde kaide sayılabilir- olumsuz içindeki olumludur istisna olan. Nasıl olmuşsa, yanlış yere düşüvermiş! Bu sebeple hep korkmalı, hep güvenmemek temeli üzerinde “ama”larla başlayan rivayetlere yaslanmalı.

Liste uzuyor

Her anlatım, mesajı yeniden üretip dolaşıma soktuğuna göre, işte artık sizin de koyduğunuz bir tuğlayla güvensizlik duvarı azıcık daha yükselmiş oldu. Aslında artık, sandığınız gibi,  daha güvende değilsiniz, daha korkulacak bir yapı içinde çırpınmaktasınız. Her şey hayatınız, memleket saydığınız yer, ekonomik durumunuz, manevi boyutunuz için bir tehlike, çünkü hep “Neleri var neleri”… “Saf” olmamak için ittiğiniz her “başka”, “öteki” hissettirdiğiniz her can, her nefes, her hayal artık sizin korku listenizin yeni elemanları!

Dindarlar. Dinsizler. Siyahiler. Azınlıklar. Kürtler. Araplar. Romanlar. Suriyeli göçmenler. Sokak çocukları. Diğer partililer. Diğer cins. Yoksullar. ...Türkiye’de labirentin duvarları için malzeme oldukça bol. Kaç tane kalp taşıyabilir bu kadar öfkeyi bir arada barındırabilen insanla bir arada yaşamayı? Yorulmaz mı insan? Peki akıl, ruh bu hırçınlık karşısında susmaya yönelmez mi?

Tersi olsa!

Tersi olsa! Afrikalı saat satıcılarının, bir saat satıp, bir hafta geçinmek zorunda olduğunu kabul etsek mesela. Sonra pek çoğumuzun bir gece bile kalamayacağı, terk ettiğimiz harabelerde süren gencecik hayatların  varlığını görüversek!

Gerçekten duymasak da bilsek “İç savaş” diye bir şey var literatürde. Sonra rakamlar var, her biri biricik, sonsuza yayılmış hayallerin sahipleri. “Kurban” deniyor onlara. “Göç” diye bir şey var, “vatansız” diye bir şey, “sömürü”, “kapitalizm”, “doğal kaynaklar”, “üçüncü dünya ülkeleri”, “toplu mezar”, “kimlik teşhisi”, “gerçek mermi”, “ulusal-uluslararası çıkarlar” diye şeyler var!

Kendilerinin çıkartmadığı ve kendilerinin ulaşamayacağı kaynaklar için yapılan savaşların savurduğu hayatlar hakkında konuşuyoruz böyle fütursuz… Burada, “evimiz” dediğimiz yerde, gözlerinde bir ümit, elleri tutunmaya çalışırken hırpalanmış, imrenerek bakıyorlar korkularla donatılmış, girift hayatlarımıza! Oysa bizim kimimiz sürekli gergin ve öfkeli, kimimizse yorgun!

Evet, doğrudur! Neleri var neleri!

Kategoriler

Şapgir