İsmail Keskin, köklerinden koparılmış bir kaktüsün gözünden, İstanbul’da ormanlar yok edilerek yerlerine kurulan sitelerden, aslında şehir içinde yaratılan çöllerden dem vuruyor. Suyu fazla verildiğinde kökleri acıyan kaktüs gibi, insanların da kökleri acır mı?
İsmail Keskin
ismail.keskin@gmail.com
Kışın sadece bir mevsim adı olduğu ve bir yılın, dolayısıyla bir ömrün bakkal hesabıyla dörtte birini kapladığı şehrin birinde, diyelim ki İstanbul’da, sonbaharın kışa yakın bir kıyısında, öykümüzün kahraman Necdet, mesela öğlene doğru gelip ucuzca bir lokantaya oturdu. Lokantada iki üç insan kendi halinde, masalar, tabureler, içeriyi ısıtan kalorifer… Hepsi kendi yollarında vakitlerini tüketirken, Necdet’in gözü pencerenin kenarındaki kaktüse takıldı. Eğer dışarıda pastırma yazı zehir gibi bir soğukla pencereye buğu kusturmasa, pencereden karşı damın saçağı görünmeye devam edecekti. Pencereden dışarı bakmak varken içeridekilerle ilgilenmek Necdet’in âdeti değildi, öyle olunca da gözü küçük kaktüse hiç takılmayacaktı. Oysa pencerenin buğusu, Necdet’i kendisiyle ve tadı tuzu olmayan tabildot yemeğiyle baş başa bırakmıştı. Ayağa kalkmaya üşendiğinde tek seçenek, yemekten içinin aldığı kadarını yiyip işe dönmekti. Ne olduysa o arada, oldu, lokantanın insanı bezdiren silikliğinde, Necdet, lokmasını yutarken bir keşifle takılıp kaldı. Çok şükür lokması boğazından kayıp gitti de araya aksırma tıksırma girmedi. Lakin soru hâlâ buğulu pencerenin kıyısında durmaya devam ediyordu:
O dikenli çiçek ne ola ki?
Şehrin şehir denemeyecek kadar köylü bir köşesinde, ormandan çalınmış bir arazinin tam ortasında, her yere yakın ama herkesten uzak. Böyle bir yerde, o dikenli çiçek ne ola?
Necdet önce, kafasındaki ansiklopediyi karıştırarak kaktüsün anlamını aradı. Ortaokuldaki fen bilgisi defteri kaktüsün çöllerde yaşayan bir bitki olduğunu yazıyordu. Önce kendi içindeki fen bilgisi defterine çizilmiş resme baktı, sonra pencere kenarındaki dikenli kaktüse. Resimler uyuyordu. Dikenli çiçek bir kaktüstü.
“Öyleyse burası… Bir çöl olmalı…”
Sonra tekrar düşündü, “Hayır” dedi. “Burası bir çöl olamaz çünkü… Çünkü… Neden olmasın?”
“Değil çünkü çölde çam ağaçları olmaz. İstanbul’un orta yerlerinde de yok bu ağaçlar ama bizim mahallede dolu.”
İstanbul çöldür belki o zaman?
İstanbul çöl değil, çünkü çölde martı olmaz. Burada martı yok ama bizi alışveriş merkezlerinden, çarşılardan, bankalardan ve mağazalardan uzak tutan çam ağaçlarımız var. Ormanda piknik yapmak yasak ama bizimkiler gelip mahalle kurmuş, napçan? Babamgillerin babasının köyü bir iki bir iki derken koca ormanın içine mahalle kurmuş. Bir tek bizim köy mü? Garibanıyla yolsuzu, şurayı bir çevireyim belki kıymetlenir diyenle asgari ücretle şehir içinde tutunamayanı… hepsi bir arada. Dünya üzre her yerde olduğu gibi, mahallelinin kimi gerçekten gariban, kimi hepten çakal, kimi ikisinin arası… İyisi kötüsü karmakarışık… Hem, belediyeydi seçimdi derken, su, elektrik, bakkal çakkal her şey tamam. İETT de hattı oturttuktan sonra, en kral mahalle bizimki. Neden dersen, ormandan çıkmayı becerdin mi her yer ayağının altında. Altında ama hâlâ çulsuzlar oturuyor. Neden? “Karışık mahalle” burası, alışmadık bünyeye alerji yapar… Ama zarar yok, bağlı olduğumuz belediye asıl sakinlerine söz verdi, tez vakte temizlenecekmişiz. Bilmem kim oğluna satmışlar bu araziyi 2B’den… 2B ne demek? Bozulan ormanların hazine elinden satışı. Bana sorarsan iki ucu boklu değnek. Neden dersen, tamam ormanı biz bozduk bozmasına, hadi diyelim ormanın ahı bizi tuttu, kaçarı yok buradan da sürüleceğiz. Hadi biz sürülelim sürülmesine de, bilmem kim oğlunun kuracağı sitelerde oturacakları bizden daha temiz yapan ne? Ormanı bozandan değil de, bozanları bozandan almak mı?”
Beynini tehlikeli düşüncelere ödünç veren Necdet, tatsız yemeğinin yavanlığında hayata ve karşısında duran kaktüs çiçeğine geri döndü.
“Tamam. Burası çöl değil. Çöl olsa bilmem kim oğlu buraya site kurmaya kalkmaz. Burası bir çöl değil. Yemyeşil bir yer. Bir iki saat yürümekten gocunmazsan, denize de varırsın.”
O vakit Necdet çöldeki yabancı değildi. Kaktüs şehre sürülmüştü. Öyle olunca da, Necdet önündeki çorbanın soğumasına aldırmadan, hikayenin kahramanlığından feragat edip yerini kaktüs çiçeğine bırakmaya karar verdi.
* * *
Çöl çocuğu ne eder deniz şehrinde? Bir ismi yoktur mesela. Olsa da kimse doğru düzgün söyleyemez. Bir saksı çiçeğinin serüveni aslında iki üç kuşaklık bir sürgündür. Bu yüzden saksıda yaşayan kaktüsün yurdu çöl değildir. Şehir hiç değil… Belki pencerenin ardı… Camekanın ardına yerleştirilenlerse en ağır parya… Tıpkı küçükken kendi ülkesinden kaçırılıp denizler aşıldıktan sonra, ismini bile bilmediği bir ülkede köle diye satılan çocuk gibi… Azad edilmenin umudu yoksa, büyümenin ne anlamı var? Sürgün versen, yeni bir parçan doğsa, onu da başka bir saksıya alır, onu da köle yaparlar. Pandora’nın kutusunda sıkışıp kalmış umut. Pencerenin kenarında “şık” duran bir kaktüsün bile bu kadar derdi varken, yediği yemeği unutup kaktüse dalan Necdet’in ne dertleri var demek ki. Böyle bir suskunlukta umudu Pandora’nın kutusuna saklamak haksızlık olsa gerek.
* * *
Mevsim kışa vururken, buğulu pencerenin ardında duran küçük kaktüs ne düşündü bilinmez ama tahmin etmek çok zor olmasa gerek. Kaktüs çiçeği dediğin, ilkbaharda havaların ısınmaya başladığı zamanlardan birinde pencere kenarına süs olsun diye alınmıştı. Bilmem hangi ithalat dahisinin bilmem kaçıncı ithalat dehasıydı bilinmez. Radyasyonu emdiği söylense de, kaktüsün böyle bir malumatı yoktu. Değil radyasyonu içine çekmek, sen kimsin diyene dile gelip söyleyeceği bir şeyi olsa bari… İnan o da yok. Nerede doğmuş, sor, bilmez. Belki de atalarının aksine İstanbul’da saksılanmıştı ama öyle olmuş desen ne olacak, halden anlayıp dinleyecek mi var? Mekanı eksik, zamanı kayıp, hangi mevsimde dikildiği bilinmese de yaşlı olmadığı belli olan bir melez işte. Gerisi mış miş…
Kaktüs çiçeği pencerenin önüne konmadan önce kaç mevsim geçirdi, orası meçhul. Ama baharı sevdi kaktüs çiçeği. Uzak bir yoldan eve gidiyormuş gibi hissettiğinden olsa gerek, daha bir alımlılaştı. Sonra evine, yani yaz aylarına ulaştığında, lokantaya gelen herkesi ev sahibiymişçesine ağırladı. Kendi dilince hatırlarını sordu. Ama insanlar halden anlamaz olduklarından sessiz durdular. Bunun üzerine hiç bozuntuya vermeden, kaktüs çiçeği içerisini bırakıp dışarıya daldı. İçeridekileri unutup dışarıdakileri bir bir içeriye konuk etti. İlk başta lokantanın sahibi olmak üzere, insanlar biraz kabaydı. Mesela bir keresinde patron, kaktüsün bin bir dil döküp içeri davet ettiği bir kediye tekmeyi giydirdiği gibi kapı dışarı plaselemişti. Sonra garson, kaktüsün gün boyunca birer birer pencereden içeri konuk ettiği yaprakları, akşamüstleri lokantayı kapamadan önce süpürüyordu.
Her ne kadar sicilinde böyle bir kusur bulunsa da, garson kaba ve halden anlamaz olmanın yanında iyi biri sayılabilirdi. Kaktüs ve diğer çiçeklerle o ilgileniyordu. Gerçi kaktüsün bakımı en kolay olanı. Haftada yarım çay bardağı su ver, yeter.
“Ne şaşılacak şey!” derdi kaktüs çiçeği kendi içinde. “Yarım çay bardağı su bir haftalık azığım. İçimde sonsuz bir heves var suya karşı ama su bir parmak fazla olsa köklerim acıyor…”
* * *
Pencereden içeri gelen misafirlerin sayısı gitgide azalıp nihayet son bulunca kaktüs çiçeği anladı ki, bir acayip zamanın eşiğindedir. O acayip zamanın kapısından girilip de beş on gece sabaha vardıktan sonra güneş artık içerisini hiç ısıtmaz oldu. Kalorifer kazanı da patlayıp, soğuktan buz kesen lokantayı müşterisiz bırakınca; patron küfrede küfrede ardiyeden eski sobayı getirtip kurdurttu.
Kaktüs için ne şaşılacak şey! Bir soba... Garson, soba denen bu devin karnını doldurdukça içerisini sımsıcak ediyordu. Öte yandan kaktüs ne kadar sıcak olursa olsun, soba namındaki bu yalancı güneşe hiç ama hiç ısınamadı. Soba da bir bakıma güneşti ama kapağını açmadıkça ışımıyor, sıcaklığı da ısıtmaktan çok terletiyordu.
* * *
Lokantaya yalancı güneş kurulduktan sonra patron verdiği parayı beğenmediği için olan garsonu kovdu, verdiği paranın daha azını beğenen bir garsonu işe aldı.
Küçük kaktüs bu değişimi pek anlamlandıramasa da yeni garsonu şöyle baştan aşağıya bir süzdü. Bu yeni garson bir öncekinin iki katı daha iriydi ve bir de sanki kaktüslerin yaşadığı diyarlarda yaşayan insanlar gibi esmer tenli. Tabii kaktüs üçüncü kuşak sürgün olduğundan çölleri bilmiyordu. O yüzden emin de olamadı. Bu garson iyiydi hoştu ama çalışırken kendi kendine ezilip büzülüyordu. Kaktüs onu öyle görünce, “Acaba arada onun da mı suyunu fazla kaçırıp köklerini zonklatıyorlar?” diye düşündü. Sonrasında küçük kaktüs bu ezilip büzülmenin nedenini patron, lokantanın devamlı müşterisi Necdet’e anlatırken duydu .
Patron, “Şu çocuğun pazularına, endamına baksana” diye fısıldar gibi Necdet’in masasına yanaşmıştı. “Belli ki tarla bahçe işiyle büyümüş. Garsonluk yaparken düşük bir iş yapıyormuş gibi geliyor olacak ki, sürekli ezilip büzülüyor. Arına gidiyor besbelli ama yapacak bir şey yok. Vakit böyle. Aslan ekmeği yutmuş şimdi iş kırıntıları toplamakta. Zorla işe almadım ki. İşe almasam da aç kalsa daha başka türlü daha feci utanacak sıkışacak. Koca şehirde tarla bahçe mi kaldı? Hadi bileğine güveniyor diyelim, amelelik yapacak öyle mi? Taşeron firma anasını ağlatır. Hadi o insaflısına düştü diyelim, inşaata kurulan iskelenin çürük yerine bastın, düştün öldün. Yattığın çadır yandı öldün, elektrik çarptı öldün, öldün de öldün, öldün de öldün. Kader kısmet tabii ama tedbir nerede be birader? Yok öyle bir şey. Patrona sorsan… Haydi hayırlı işler. Üzülürse bir anan üzülür, patrona üç beş kuruş ceza… Bitti. Daha sen mezara girmeden, bıraktığın yeri dolduracak amele çok. Bu işin parası az ama sakatı olmaz. Bu garibanı acıdım da işe aldım.” Bu son cümleye ne patron, ne Necdet, ne de kışın kıyısında duran kaktüs çiçeği inanmıştı inanmasına ama mevsim iç geçirme mevsimi olduğundan sobayla birlikte hep beraber uzaklara dalıp iç geçirdiler.
Anlamlar evlerine doğru yol almaya başlayınca, Necdet önlerinde durmamak için tekrar kenara çekildi. Böylece, lokantada koca bir yılı devirip kışın kıyısından baharı, yazı, güzü görüp kışın kucağına düşen kaktüs çiçeği ve ona seyre dalan Necdet anladı ki, vakit bir acayip zamanın kucağına oturmuştur. Öyle ki bir bakmışsın, köklerinden söküldüğün gibi ha bir saksıya ha bir gecekonduya dikilip, ne öldürecek ne olduracak bir hayata; vasattan da vasat bir ömre mahkum edilmişsin. Üstelik es kaza bereketli bir toprağa denk geldin diyelim. Talihsizliklerin arasında bir talih sana çarptı, kök salar yerleşirim sandın değil mi? Öyle olmaz o. Bilmem kim oğlu keyfinin de, toprağının da orta yerine bire on veren turp dikip ‘insanları rahat ettirmek’ için köşede bekler. Beklentin büyükse çok yorulur çok üzülürsün elbet ama kendini insandan sayma eşekliğine düşmediğin sürece, Necdet gibi yaşayıp gitme işi çok zor gelmez. Tatsız tuzsuz ama buna da şükür…
* * *
Bir iki dakika sonra vurdumduymaz hayatına el mecbur geri dönecek olan Necdet’in gözüne her yer bir anda çöl gibi kupkuru, nefes alınmaz, yaşanamaz gözüktü. Düşündü ki acaba bu şehrin, şu pencerenin ucundan görünen yeşil çölün ve ona kıyısı olan denizin ardında bir nehir, bir orman bir vaha var mıdır, oraya yerleşip köklerimi salayım? Öyle bir orman olsun ki ne ben onu çöl edeyim ne o beni çöle sürsün.
Aynı anda, aynı saniyede her ne hikmetse, kışın kucağındaki kaktüs çiçeği de aynı şeyi düşünüyordu. Yanına kurulup kışın ayazını seyrettiği pencerenin kıyısından, ormanların yanıbaşındaki şehrin ve ona kıyısı olan denizin ardında, hiçbir kışın, karın ve bulutun olmadığı, sabahın köründen geç gelen akşam karanlığına kadar hiç durmaksızın güneşi emip içine çekebileceği bir çöl iklimini…