'Türkiye bir erkek toplumu, sinema da bunun bir uzantısı'

Can Öktemer, yakın zamanda Işık ve Gölge Oyunları isimli otobiyografik kitabı çıkan, yönetmen ve senarist Ümit Ünal’la, Türkiye sineması, “erkeklik” ve dizi sektöründe olan bitenler üzerine söyleşti.

Can Öktemer
temercan.ktemer7@gmail.com

  • Işık ve Gölge Oyunları isimli otobiyografik kitabınız çıktı. Bu kitabın oluşum sürecinden bahsedebilir misiniz?

Kitap fikri akademisyen ve yazar arkadaşım Gül Yaşartürk'le sohbetlerimiz sırasında ortaya çıktı. Sinemamızın büyük bir değişim geçirdiği son 25 yılda senarist ve yönetmen olarak tecrübem var, bunu paylaşmak gerektiğini düşündük. Gül'ün hazırladığı soruların yönlendirmesiyle uzun söyleşiler yaptık. Gül bu söyleşileri kayda alıp kitabın ana eksenini oluşturdu. Daha sonra kitabın soru-cevap formundan çok, kesintisiz bir anlatı olması fikri gelişti, ben söyleşi metinlerinin üzerinden defalarca geçerek yeniden yazdım. Gül, dipnotları, referansları vs. düzenledi. Metin aramızda gidip gelerek son halini aldı.

  • Adile Naşit, Münir Özkul gibi seyircinin gönlünde çok önemli yer edinmiş nice oyuncuların kişisel hikâyelerini bilmiyoruz.  Sizce Türkiye’de sizinkine benzer otobiyografik kitap çalışmalarının azlığının sebebi ne?

Türkiye geleneksel olarak düzyazının tehlikeli görüldüğü, geç geliştiği bir yer. Romanın bu topraklarda ne kadar geç yazıldığını düşünün. Batıda çok yaygın olan günlük tutma adeti de bizde çok seyrektir. Buna tüm Ortadoğu'da baskın olan “kol kırılır yen içinde...” düsturunu ekleyin. Burası insanların kendilerinden söz etmeye utandıkları, korktukları, yakın geçmişin hesabını vermekten çekindikleri bir ülke. Samimiyetin neredeyse zayıflık olarak konumlandığı bir ülke. Türkiye'de bir olayı-düşünceyi en açık, en hesapsız yazdığınız zaman bile “acaba ne demek istiyor, bunun arkasından ne yalan çıkacak?” diye düşünen birileri çıkar. Böyle bir ülkede özyaşamöyküsü yazmaya çalışmak zor elbette.

  • Son yıllarda Türkiye sineması için hâkim olan görüş, teknolojik gelişmelere bağlı olarak zanaat anlamında belirli bir ilerleme olduğu, fakat senaryo anlamında bir gerileme olduğu. Bu görüşe katılıyor musunuz?

İyi senaryo dünyanın her yerinde, sinemanın tüm zamanlarında zor bulunan bir şey. Türkiye'de de zor bulunuyor. Bu konuda yapacak fazla bir şey yok. Yılda diyelim 100 film yapılacak, bunların 3-5 tanesi gerçekten ilgiye değer, güzel ve kalıcı olacak, gerisi unutulacak. İşimizin kaderi bu.

  • Jim Jarmusch, bir söyleşisinde senaryoyu yazarken önce karakterleri hayal ettiğinden, hikâyeyi ve diyalogları daha sonra kurguladığından bahsetmişti. Sizin senaryo yazmaya başlarken ilk çıkış noktanız ne oluyor?

Öncelikle işlerimi ikiye ayırıyorum. 9, Ara, Nar, Teyzem, Anlat İstanbul gibi hikâyesini kendi geliştirdiğim ve temel fikri bana ait olan işler... Bir de yapımcı ya da yönetmenler tarafından bana önerilen işler... Bir başkası tarafından önerilen işlerde genelde bir kitap, bir sözlü hikâye fikri olur zaten. Ama kendi geliştirdiğim işlerde genelde başlangıçta bir hikâye bile olmaz. Küçük ve kafamda dönüp duran bir imge olur bazen.Ya da bir diyalog parçası, hatta bir bakış... Bütün Nar filmi hayalimdeki tek bir bakıştan yola çıktı diyebilirim. Beni rahatsız eden bu imgeyi alıp yavaş yavaş çevresinde bir hikâye örmeye çalışıyorum. Karakterler beliriyor, hikâye gelişiyor. Sonra “bu hikâyenin ana fikri nedir?” diye soruyorum kendime ve neden yazdığımı saptamaya çalışıyorum. Sonra bulduğum “neden”e göre her şeyi yeni baştan değerlendiriyorum.

  • Başta Teyzem olmak üzere Hayallerim Aşkım ve Sen, Ses ve son olarak Nar filmlerinde Türkiye’de kadın olmanın hallerini başarıyla sinema perdesine taşıdınız. Siz Türkiye sinemasındaki kadın hikâyeleri için neler söylemek istersiniz?

Türkiye bir erkek toplumu, sinema da bunun bir uzantısı. Hayatımızı tüm gerçek ve mecazi uzantılarıyla “erkeklik” yönetiyor ve mahvediyor. Bence bu ülkede “erkeklik halleri” üzerine düşünmeden, erkeklikle hesaplaşmadan yapılan her sanat eseri, daha işin başında sakattır. Filmlerimizin çoğu kadınlara dışardan bakmak bir yana, doğrudan kadın düşmanı filmler. Bunun yanında yoğun bir homofobi de gözleniyor. Yurt sathında ve tabii sinemamızda “erkek” olmayan her şeye karşı bir kuşku, korku ve anlayışsızlık hakim. Bu, ticari sinemada ya da TV dizilerinde de böyle, maalesef birçok “sanat filmi”nde de böyle. Ben bunu ilk işlerimden beri kırmaya uğraştım. Kadınları erkek egemen anlayışın kabul ettiği “ana-bacı-eş-orospu” vb. kalıpların dışında ele almaya; eşcinselleri yine tek kabul gördükleri karikatür görünümünden çıkarıp sahici kılmaya çalıştım.

  • Ara ve Nar filmlerinizde Türkiye’de 80 sonrası oluşmaya başlayan yeni orta sınıfın biraz görülmeyen yüzünü anlattınız. Bu tercihinizin sebebi nedir?

Gördüğüm, bildiğim, sevgiyle  bağlandığım ya da nefretle kaçtığım insanları anlatmaya çalışıyorum. Tercihten çok mecburiyet diyelim.

  • Işık ve Gölge Oyunları kitabında sıklıkla bahsi geçen konulardan biri de yapımcı-yönetmen çatışması. Yapımcıların sinemaya sadece ticari bakmaları karşısında kendi filmlerini yapmak isteyen yönetmenler ne yapabilirler?

“Sadece ticari bakan yapımcılar” dersek çok toptancı ve biraz eski moda bir tanım olur. Sinemamız çok değişti, yeni ve çok donanımlı bir yapımcı kuşağı yetişti. Ben “sadece ticari bakan” yapımcılarla çalışmadım. Benim kitapta anlatmaya çalıştığım “çatışma”lar, benim de doğrudan parçası olduğum aşamalarda yaşanmış, daha çok yaratıcı sürece ilişkin tartışmalardı. Çok uyumlu yapımcı-yönetmen ilişkileri de yaşadım.

Şunun altını çizmek şart: İşin doğası gereği sinema tek bir kişinin nihai karar vermesi gereken bir alan. Bir yönetmenin görüşü bütün özgünlüğü, keskinliğiyle filme yansıyorsa ortaya iyi bir film çıkar. Özgün bir fikir birçok insanın işe karışmasıyla sulanıp, köşeleri budanıp, evcil ve yumuşak hale getirilirse kötü filme dönüşür. Bir yönetmen “kendi” filmini yapmak istiyorsa ya çok çok uyumlu çalışabileceği, yaratıcı sürece karışmayan bir yapımcı bulmalı ya da kendisi aynı zamanda yapımcı olmalı.

  • Türkiye’de dizilere son yıllarda müthiş bir ilgi var. Siz de zaman zaman televizyona iş yapmış bir yönetmen olarak, yerli diziler için ne söylemek istersiniz? Yerli dizilerin sinema endüstrisine katkı sağladığını düşünüyor musunuz?

Diziler konusunda ben estetik ya da sinemasal kaygılarla ne dersem diyeyim, ortada karşı konulmaz bir gerçek var: Sinemamızın boyutlarını çok aşan büyük bir endüstriyle ve Yeşilçam'ın en parlak zamanlarını hatırlatan bir ticari başarıyla karşı karşıyayız. Yurt içindeki başarı bir yana, pazarlamayı bilen insanlar dizileri Ortadoğu ve Balkanlar’da da satmayı başarıyorlar. Keşke bu sinema filmleri için de geçerli olabilseydi. Diziler teknik manada sinemaya da altyapı oluşturacak ekiplerin yetişmesine yol açıyor. Elbette içlerinde iyi yazılanları, iyi çekilenleri olduğu gibi çok kötüleri de var. Her işte olduğu gibi... Ben sevdiğim hikâyeleri anlatabildiğim ölçüde dizi çekmeye devam etmek istiyorum. Elbette asıl işim sinema ama televizyonda da değerlendirilmesi gereken büyük bir potansiyel var.

  • Yine kitapta film festivallerinde yaşadığınız sıkıntılardan bahsetmişsiniz. Son Altın Portakal Film Festivali’nde görüldüğü üzere jürinin aldığı kararlar çokça tartışıldı. Siz genel olarak film festivallerine nasıl bakıyorsunuz?

Ufak bütçeli filmler yapıyorsanız, festivaller hayati önem kazanıyor, filmlerin görünebilir olması için tek imkan haline geliyor. Ama bence yerli festivallerde 1) Para ödüllerinin mutlaka kalkması gerek. Dönen büyük para ödülleri festivallerin saygınlığını sarsıyor, jürilerin kararını da etkiliyor. Başarı parasal değil sembolik olmalı, ödülün prestiji yetmeli. 2) Gerçekten tarafsız olabilecek, kişisel hınçlarını ve hesaplarını, kararlarına bulaştırmayacak jüri üyeleri seçmek gerek. Çok zor biliyorum, ama en azından jüri üyelerinin sektör dışından olmasına özen gösterilebilir. 

 

 

Şapgir'de bu hafta;

Dünya'dan foto haberler
 

 

 

Kategoriler

Şapgir