Son dönemde artan Özel Harekât dizilerini ve medyanın militarizm konusundaki rolünü Günnur Aksakal Agos için değerlendirdi.
Nisan 2017’de, medya takip kuruluşu Ajans Press, RTÜK’ten derlediği verilerle, televizyon izleme alışkanlıkları üzerine bir araştırma yaptı. Araştırmaya göre Türkiye, dünya genelinde günlük televizyon izleme oranlarında 330 dakika ile rekor kırdı. Tahmin edileceği üzere, günün büyük bir kısmının televizyon izleyerek geçirildiği Türkiye’de ilk tercih magazin programları ve diziler oldu.
Yükselen militarizm
Geçen yılın verileri, çeşitli izleyici kategorilerinde ‘en çok izlenen’ televizyon kanallarının birkaç isim arasında döndüğünü gösteriyor: Kanal D, Star TV, Fox TV. Son günlerde bu kanallarda öne çıkan/çıkarılan üç dizi yayınlanıyor: ‘İsimsizler’, ‘Söz’ ve ‘Savaşçı’.
Farklı yönetmenler ve senaristlerin elinden çıkan üç yapımın ortak özelliği, din sosuna bulanmış milliyetçiliğin gerek senaryo, gerek müziklerle izleyicilere doğrudan verilmesi. Başrolleri, devlet adına operasyonlar yapan, politikalar belirleyen kahraman ekipler paylaşıyor. Kendilerinden başka kimseye, hatta devlet görevlilerine dahi güveni olmayan bu ekipler, güncel politikaya göndermeler içeren her sahnede kendilerini doğruluyor. Bu yarı gerçek-yarı kurgu ekipler, hem içeride hem dışarıda düşmanlara karşı yürütülen mücadelenin ‘kararlı’ özneleri haline geliyorlar. Adlı adınca söylenmiyor ancak oyuncuların ‘styling’ine baktığımızda, bu kahramanların ‘temiz Türk-İslamcılar’ olduğunu anlıyoruz. Mehter Marşı’nın modern versiyonları, Türklerin bu topraklarda yüzyıllardır hüküm sürdüğü vurgusu, kimi zaman yapılan tasavvufi konuşmalar dahi bu zemin üstüne oturuyor.
Her şeyin büyük bir gerçeklikle verildiği bu dizilerin her sahnesinde, ekranın önünden gözümüze çekilen bir perde pek çok noktayı görmemizin önüne geçiyor. İki saat boyunca sürekli olarak birtakım oyunların içyüzünü öğrendiğimiz hissine kapılıyoruz. Hiçbir durumu sorgulamıyoruz, zira serde ‘düşmana karşı birlik ve beraberlik’ var. Ne talan edilmiş kentlerin, ne yıkılmış evlerin ahiri ve akıbetiyle ilgileniyoruz. İçlerinden bir askerin elinde kısa süreliğine Hemingway’in ‘Silahlara Veda’sını görüp, “Acaba mı?” desek dahi, umutlanmanın boşuna olduğunu kısa sürede anlıyoruz. Yaklaşık onar dakikalık aralıklarla çatışmalar, şehit cenazeleri, coşkulu bir müzik ve ‘etkisiz hale getirilen’ bazı bedenler arasında kayboluyoruz. Tüm bunların yanı sıra, söz konusu diziler, ülkenin yakın tarihinde pek çok yurttaşın ölümüne yol açan kanlı saldırıları çağrıştıran sahneler de içeriyor. Toplumsal travmalar, intikam duygusuna indirgeniyor.
Dev bütçeleri, oyuncu seçimleri, ‘gerçek hikâyeler’ anlatmaları... Ölüme ve öldürmeye teşvikle öne çıkan bu diziler, tahayyül edilen ‘kindar ve dindar’ neslin toplumda maya tutması için kullanılan birer araç olmanın ötesine geçemiyor.
‘Kara Ayna’
Netflix yapımı ‘Black Mirror’, çoğu muhtemel gelecek hissi veren kara ütopyaların birbirinden bağımsız hikâyeler ve oyuncularla anlatıldığı başarılı yapımlardan biri. Türkiye’de de pek çok müptelası bulunuyor. Dizinin bir bölümünde ‘böcek’ diye adlandırılan ve ilk sahnelerde gözümüze zombi gibi görünen canlıları öldürmek üzere görevlendirilen özel bir tim anlatılıyor. Bu tim ‘maske’ sistemiyle yetiştiriliyor. Maske sistemi sayesinde, savaşan askerlerin bütün duyguları, bunun da ötesinde rüyaları bile kontrol edilebiliyor. Ne insani zaaflar, ne empati yeteneği – sadece haklı görevlerine duydukları sarsılmaz bir inanç.
Bildiğiniz üzere maske, ‘bir şeyin gerçek görünüşünü gizleyen aldatıcı görünüş, davranış’ anlamına geliyor. Bu anlamın hakkını verircesine, maske çıkana kadar hiçbir asker aslında ‘böcek’ zannederek toplumun dışlanan kesimlerini avladığını anlamıyor. Maskeyi çıkararak muhakeme yeteneğini geri alan ve özgürleşen ilk asker: Stripe. Stripe’ın ne yaptığını fark edişi ile izleyicinin içinde bulunduğu düzeni idrak edişi ayrı düşmüyor.
Dizi, bu bölümüyle yukarıdan belirlenen siyasi ve askerî politikaların insanları birer nefret ve ölüm makinesine dönüştürdüğünü açıklıkla gösteriyor.
Medya ve yalan
Güzel ülkemize baktığımızda, durumun ‘Black Mirror’da anlatılandan çok farklı olmadığını, yalnızca şekil değiştirdiğini görüyoruz. Toplumun duyargalarına yerleştirilen maskeler eliyle, var olan gerçeklik bir başka hale bürünüyor. Kimi zaman gazeteci, kimi zaman işini geri isteyen öğretmen olarak zuhur eden ve mutlaka ‘haklı’ sebeplerle toplumdan dışlanan ‘böcekler’, yok edilmesi gerekenler isimler listesinde başı çekiyor. Medya, tüm imkânlarını ‘böcekler’e karşı dört koldan halkı uyarmak ve farkındalığı artırmak için seferber ediyor. Bu kutlu vazifenin de bir adı –ve çoğu zaman maaşı– var elbet: toplum mühendisliği.
İyi ama, ‘toplum mühendisliği’ neden tartışma programları yahut haber bültenleriyle değil, TV dizileriyle yapılıyor? Tam bu noktada, ‘Medya ve Savaş Yalanları’ adlı çalışmayı (haz. Lenora Foerstel, çev. Ahmet Antmen, Yordam Kitap, 2007) anmakta yarar var. Kitap, 1998’de Atina’da, ‘Medyanın Karanlık Çağı’ başlıklı konferansta bir araya gelen 22 aydının konuşmalarından hazırlanmış bir derleme. Kitapta, Sara Flounders imzalı ‘Medya Gücünün Yumuşak Karnı: Güvenirliğin Yitirilmesi’ başlıklı makalenin bir bölümünde şu cümle yer alıyor: “Haberler ve bilgiler ne kadar sıkı kontrol edilir ve tektipleşirse, güvenirliklerini o kadar yitirirler.”
Flounders’ı doğrularcasına, Türkiye’de özellikle son 10 yıldır medyanın baskı ve sansür görme oranı ile güvenilirliğini kaybetme oranı birbirine paralel olarak yükseldi. Son 10 yılda Türkiye, tutuklanan gazetecilerin sayısıyla dünya çapında ün kazandı. Ana akım medya daima sermayeye ve siyasi iktidara bağımlı oldu, bu doğru; ancak hiçbir zaman durum bu kadar tehlikeli ve içinden çıkılmaz bir hal almamıştı. Artık, bir köşe yazarının hedef göstermesi bile pek çok insanın cezalandırılması için yeterli sebep. Bu konuda kırılma noktalarından biri, 2013’te yaşanan Haziran Direnişi oldu şüphesiz. Bu süreçte gösterilenlerin ve yazılanların, yaşananları yansıtmadığı gerçeği onlarca kez gözler önüne serildi. Medyaya duyulan güvensizlik ve öfke, kabını aşıp hükümete yöneldi ve öfke hükümete yöneldikçe medya yalanlar söylemeye devam etti.
Medyanın daha az sayıda kişinin elinde toplanması ve sermayedarlar ile ilişkisinin haricinde, kimin elinde toplandığı ve neye hizmet ettiği sorusu karşımızda duruyor. Üzerinden dört yıl geçen bir öfkenin sıcaklığını korumasını beklemiyoruz. Fakat açık ki yönetici sınıf kendi meşruiyetini sağlamak için kurgusal yapımlara gereksinim duyuyor. Bu veri, ana akım haber bültenlerinin ve siyasetçilerin halk nazarında inandırıcılığını kaybettiğini gösteriyor. Halkımız, cılız ve ürkek bir sesle “Doğruyu bilme ve tarihi inşa etme hakkınız var, yalanları kabul etmeyin” diyor.
Medyanın kontrolü özgürlük yolunda atılan adımları ve güçler arasındaki tarihsel ilişkileri değiştiremez. Karşımızda sınırsız ve sonsuz bir güç yok. Yalanlar bir gecede çökebilir, bunu bilerek izlemeye devam ediyoruz.