'Herkes tarih yapabilir, sadece büyük bir adam tarih yazabilir’ der Oscar Wilde. Hafta başı kaybettiğimiz Britanyalı tarihçi Eric Hobsbawm siyasi ve entelektüel kişiliğiyle şüphesiz ki büyük bir adamdır. ‘Aşırılıklar Çağı’nın her bakımdan ‘aşırı’ yazarıdır.
KORAY YAŞAR
Eric John Ernest Hobsbawm 2012 Ekim’inin ilk sabahı doksan beş yıllık ömrünü tamamlayıp aramızdan ayrıldı. Jülyen takvimin cilvesiyle de olsa ‘Ekim Devrimi’ diye adlandırılan o muazzam olaydan beş ay önce doğan bu azılı Marksist tarihçi arkasında ‘hoş bir sada’dan çok daha fazlasını bıraktı. ‘Uzun 19. Yüzyıl’ın üç ciltlik bir dökümü, yaşadığı çağın ‘kısa’ bir tarihi, Jazz’a ve Marksizm’e dair notlarının yanı sıra; Marksizm’e olan imanı (bu ‘iman’ tanımına muhtemelen itiraz ederdi) ve Kapitalizm’e olan inatçı eleştirisi de Tarih’in o kalın karalama defterindeki yerlerini aldı.
1917 yılının Haziran ayında İskenderiye’de doğan Hobsbawm’a göre, Britanya vatandaşı genç bir Yahudi tüccar olan babası ve Viyanalı orta sınıf bir Yahudi ailesine mensup olan annesinin evliliği tam da o ‘Uzun 19. Yüzyıl’ın getirdiği bir yeniliktir. Annesinin liseyi tamamlama hediyesi olan Mısır seyahati iki gencin ilişkisini başlatır, savaş yüzünden düştükleri ayrılık İsviçre’de yapılan evlilikle sonlanır, Eric’in doğumu ve Birinci Dünya Harbi’nin bitimini takiben aile Viyana’ya yerleşir. Hobsbawm’ın tarihe karışmış bir imparatorluğun eski başkentinde geçen çocukluğu babası ve annesinin iki yıl arayla gerçekleşen ölümleriyle son bulur. Birbiriyle evli olan teyze ve amca, Eric ve kardeşi Nancy’i himayelerine alır ve Berlin’e götürürler. Nasyonal Sosyalistler’in Weimar Almanyası’nda iktidara yürüdüğü yıllar Hobsbawm’ın da sosyalist gençlik hareketlerine katıldığı yıllardır. Hitler’in şansölye oluşundan bir süre sonra aile Londra’ya taşınır. Amcası tarafından herhangi bir sol grupla ilişkisi tamamen yasaklanan Hobsbawm eğitimine devam eder, liseyi bitirip Cambridge’de burs kazanmasının akabinde ilk işi Britanya Komünist Partisi’ne üye olmak olur. Bu üyeliği elli yıldan fazla, partinin tamamen ortadan kalkmasından çok az öncesine kadar sürdürür.
Cambridge’de Britanya’nın ılımlı sosyalistleri Fabianlar hakkında verdiği doktora ve İngiliz işçi sınıfına karşı kazandırdığı sevgi dışında tamamen verimsiz saydığı İkinci Dünya Savaşı yıllarındaki askerliğinden sonra Birkbeck College’da tarih öğretmeye başlar. Mimli bir komünist olarak iş bulabilmesini Soğuk Savaş’ın henüz kızışmamış olmasına, profesör ünvanı için yirmi yıldan fazla beklemesiniyse Britanya’nın yumuşak McCarthyizmi’ne bağlar. Kovulmamıştır ama terfi de ettirilmemiştir. Kendisi gibi Komünist Parti’ye üye bir grup tarihçiyle beraber (aralarında E.P. Thompson da vardır) Past & Present adlı dergiyi çıkartmaya başlar. Manş’ın öte yakasında oluşan tarih ekolüyle de paralellikler sergileyen tarih anlayışları tarihi yapanları ‘büyük adamlar’ değil alt sınıflar ve halk kitleleri olduğu iddiasındadır. Marksist ekonomik model üzerinden okudukları Tarih’te Hobsbawm’ın ilgisini ‘Marksist’ olmayan devrimciler; isyankar köylüler, haydutlar, başıbozuklar çeker. Hiç vazgeçemeyeceği determinizmiyle Tarih’in celali yığınını diyalektiğe, Marksist tarih modeline oturtmaya çalışır. ‘Uzun 19. Yüzyıl’ hakkında yazdığı üçleme (Devrim Çağı, Sermaye Çağı, İmparatorluk Çağı, ki malumatfuruşluğun ve istasistiki verinin tarihsel çerçeveye oturtulmuş muhteşem bir sentezidir), üçlemeye ek olarak yazdığı kısa 20. Yüzyıl tarihi (Aşırılıklar Çağı) gibi ‘her eğitimli İngiliz’in kütüphanesinde yer alan kitaplarının, milliyetçilik çalışmalarında bir mihenk taşı olan ‘geleneğin icadı’ kavramının, Marx ve işçi hareketinin üzerine çalışmalarının arasında dönüp dolaşıp yazmaktan bıkmadığı bir konudur bu. Üstelik yazmayı sevdiği diğer bir konuyla, jazzla da alakalıdır. New Statesman’da Frankie Newton adı (Billie Holiday’in komünist trompetçisi Francis Newton’dan mülhem) altında yıllarca jazz kritiği yazan Hobsbawm, jazz ve isyankarları ele aldığı makalelerini ‘Sıradışı İnsan: Direniş, İsyan ve Jazz’ adı altında bir kitapta toplar.
1956’da Macaristan’ın Sovyetlerce işgali Britanya Komünist Partisi’ne üye entelektüeller arasında bir deprem yaratır. Bir çoğu partiden istifa ederken Hobsbawm partide kalmayı seçer. Macaristan’ın işgali ve Prag Baharı’nın bastırılışı Hobsbawm’ın partiden ayrılmasına neden olmaz, inandığı davanın bir parçası olarak kalmak ve eleştirilerini esirgememek ona daha doğru gelir. Komünist Parti içindeki eleştirileri ve işçi sınıfının devrimci öneminin gittikçe azaldığına dair analizi 70’li ve 80’li yılların ‘Eurocommunism’inde yansıma bulur, İşçi Partisi’nin dönüşümünü gerçekleştirdiği zemine katkı sağlar. Bu onun, çok daha sonraları Tony Blair’ı ‘pantalonlu Thatcher’ olarak tanımlamasına engel olmaz. Her ne kadar bazı komünistler tarafından ihtiyar bir revizyonist olarak görülmeye başlansa da, İngiliz kamuoyunun büyük çoğunluğunun gözünde iflah olmaz bir komünisttir. Doğu Bloku’nun çökmesinden üç yıl sonra BBC’ye verdiği röportajda; eğer sahici bir komünist topluma neden olsaydı, Stalin döneminde hayatlarını kaybeden milyonlarca insanın yaşamının buna değeceğini söylemesi oldukça büyük bir infial yaratır.
Eric Hobsbawm hayatının son yıllarına kadar düşünmeye ve yazmaya devam eder. The Guardian’da çıkan makalelerinde, verdiği röportajlarda Kapitalizm’in en büyük krizine girdiğine ve dünyayı otuz yahut kırk yıl sürecek bir istikrarsızlığın beklediğine dair iddiasını savunur. Doğu Bloku’nun kötü bir tecrübe olduğunu kabul etse de Kapitalizm’in er ya da geç son bulacağı inancını Marksist bir determinizmle yineler. Fakat, ona göre asıl mesele bu determinizmden yahut tarihin akışından öte bir şeydir. Onun sözleriyle; kendi haline bırakılan bir dünya daha iyi bir dünya olmayacaktır. Daha iyi yahut daha kötü bir dünyanın var olup olmayacağı bizler için bir muammayken, Hobsbawm’ın olmadığı bir dünyanın eksik bir dünya olacağıysa neredeyse kesin.