Bir Neşet Ertaş kaseti elinde, “Buna bir bak bakalım” dedi. Taktım teybe kaseti. Birdenbire bir ses çağladı evin ortasına. Serin bir şey dokundu ensemize yakın bir yere sanki, ürperdik. Neşet Baba bağırdıkça içimizdeki lastik gerildi, inceldi, inceldi ve pıt edip koptu, ucu sanki kalbimize çarptı. Tutamadım kendimi, bir şey boşaldı içimden.
göğnümüzün garibi neşet ertaş’ın
aziz hatırasına
Memleketin ihtiyarları, numaraları okunmuş da çağırılıyorlarmış gibi birer birer ölüyordu, çocuktum. Her cenaze Biga’ya gitmek demekti. Geniş bahçeli köy evlerinin aydınlık avlularında, insanların ağlaşır, pilavlar karılır, mevlit şekerleri, aceleyle alınmış, kenarları oyasız tülbentler dağıtılırdı. Ölümü yalnızca anneleri ağlatıp babaları susturan bir şey sanan çocuklar için bir mahşer yeri kalabalığı, uğultusu, hengamesi… Bir Karabiber vardı o zamanlarda, zulüm gibi kara bir Roman çocuğu, yarı dişsiz. Anası ağlamalara gelirdi her cenazeye. Ortalığı çekip çevirmeye de yardım eder, ölenin canı niyetine, üç beş kuruş hayrını alıp giderdi. Hemen her cenazede, bizden üç, bilemedin dört yaş büyük olan Karabiber alırdı bizi hemen avlunun uzakça bir köşesine, bir ağaç altına, bir pikap kasasına; fıkralar anlatırdı. Ölümün kılıcındaki kan hemen dibimizdeki evin üstüne halen damlıyorken o bize memleketin en komik, en ayıp, en cingöz fıkralarını sıralardı, kimselere görünmemeye çalışarak. Şimdi nereden bir cenaze kalksa, gözlerim Karabiber’i arıyor etrafta, çocuk gibi nazlanıyorum ölüme. Fıkra anlatıp gülmek varken, şimdi ölmek de neyin nesi deyiveresi oluyorum.
Ne çok cenaze kalktı içimizden bu yıl. Daha içimiz kabuk bağlamadan yenisine soyunduk ağlamaya. Çocukluğumuza, gençliğimize sesini, yüzünü, rüyasını, lezzetini kazımış, bizle biz olmuş ne çok insanın arkasından üzüldük. Öyle ki gidenlerden kimisi, böyle ağlayacağımızı bilse, doğrulup yerinden, bizi azarlayıverecek insanlardı da, hani ağlasak bir türlü ağlamamaya uğraşsak bir türlü… Şimdi Karabiber yok bize fıkra anlatsın, kara sarı gülen yüzü, kapkara gözleriyle neşemizi yerine getirsin. Ben çok rahlesinde bulundum ama Karabiber’in. Onun yerini tutamasam da, şu havayı dağıtacak bir şey anlatmaya çalışayım size. Karabiber’in kulakları çınlasın hem de.
Ben Neşet Ertaş’ı bilirdim. Bilirdim bilmesine de, dinlemek hiç aklıma gelmemişti, ta ne yaşıma kadar. Liseyi bitirip de okumaya gittiğim, hüsrana dönüşen Edirne yıllarımda tanıdım Neşet Ertaş’ı. O, insanın içinde bir yeri titreten “gönül” deyişi, ritmi bir türlü bulamayıp kendi nabzının ritmince akıp giden nağmesi, tezenesiyle sazının böğrünü dövüşü, müziğinin o yanık, kavruk kokusu, o fakirliği, yoksunluğu ile geldi yerleşti hayatımın içine, birçokları gibi. Ayrıydı, terke uğramıştı, yoksuldu, ezikti, sevdiği bu hafta gelin oluyordu, garipti, hicranlıydı, pişmandı, kendi edip kendi bulmuştu, bahtı karaydı. Genç ömrümüze uygun bedende bir duygusunu mutlaka bulup giyinebiliyorduk. Yöresi, toprağı, sazı, hançeresi bambaşka olan bu adam içimizdeki o titreyen yere dokunmayı başarabiliyordu. Ne kolay sevmiştik. Ama anlatacağım bu da değil.
Dinçer’i tanımazsınız, tanısanız çok seversiniz ama. Yansa içinde bir kuru hasırı olmayan dünyada, bir karıncayı bile incitmeden yaşar, olgunlar olgunu bir adamdır. Gençliğini de bilirim ben onun ama. Nah buraya kadar uzun saçları, şişe dibi gözlükleri, ağzında hep nöbette bir Samsun sigarasıyla gitarını alıp karşıma otururdu, parklarda gitar çalardık. Parklarda gitar çaldırırlardı o zaman, gelip dürtmezlerdi.
Bir sene üniversite sınavını iptal ettilerdi. Sorular çalındı dediler. O seneydi işte, kalktık ta Samsun’dan yola düştük Dinçer’le, Çanakkale’ye gittik. Ben sınav yeri diye orayı yazmıştım ta kıştan, bahar gelmiş olur, Çanakkale çiçeklenmiş olur, akrabayı bahane eder, kalkar gelirim demiştim. Vakti gelince de Dinçer’i kattım yanıma. Durmalı, kalkmalı, molalı, sabah namazlı uzunca bir yolculuğun peşine, on sekiz saat sonra indik Çanakkale garajına, şehir içindeydi daha o zaman, düşün. Garajdan doğru halamın evine. Kordondan bir sokak içeride, hep yazmış gibi hissettiren herhangi bir Çanakkale eviydi halamın evi. Haberi vardı da, bir seviniverdi beni görünce kapıda. Sonra baktı, yanımda saçı sakalına yürümüş, sırtında gitarı, ayağında yaz günü postalları, eşkıya gibi bir adam, bir kara bulut geçti yüzünden. Yine de insanlıklı kadındı, rahmeti bol olsun, buyur etti, aldı içeri, bir oda gösterdi bize. İki dal söğüt gibi taze, ergence kambur ve deli doluyuz. Onca yoldan sonra gözümüz yatağı, yastığı değil gitarları aradı, çıkardık çalmaya başladık tangır tungur. Halam gelip de kahvaltıyı ilan etmese daha da çalacağız, ne lüzumsuz zamanlar şu ergenlik falan. Halamın tadının iyice kaçtığını fark ettim. Çocukken de gelirdim Çanakkale’ye, halama, bir başıma. Babam beni Bandırma’dan otobüse koyardı, halam gelir alırdı garajdan. Kalırdım bütün yaz Çanakkale’de. Ama işler eski hesaplarla dönmüyordu. Kazık kadar adam olmuşum, üstelik hala olamamışım, sesim çatallanıyor, sivilce döküyorum; bir de üstüne kazık kadar bu adamı da alıp gelmişim. O gün ve ertesindekilerde bir şeye dikkat etmiş bulunduk ikimiz de. İlk gittiğimiz sabahki kahvaltıda masadaki domates, kabukları soyulmuş, doğranmış, tuzlanmış bizi bekliyordu. İkinci sabah domates yine doğranmıştı ama kabukları duruyordu, soyulmamıştı. Üçüncü sabah, masada bir tabağın üstünde, sadece yıkanmış ama ne soyulmuş ne doğranmış bir domates vardı. Üstelik üniversite sınavı iptal edilmişti. Yani artık halamdaki misafirliğim tüm meşruluğunu tüketmişti. Dördüncü ve son sabah, kahvaltı yoktu. Domatesler de muhtemelen buzdolabındaydılar. Bilemedik, çünkü o gün halam, yalnızca akrabalar arasında konuşurken ulaşılabilecek bir cüretle, “Çok oldunuz!”a getirdi lafı. Çantalarımızı kapının dibine taşımış, yataklarımızı toplamaya girişmişti. Muhtemelen de biz çıktığımız anda dört gün süren bir temizliğe başlayacak, evi iyice bir kırklayacaktı.
Sözün özü, sokakta kalmıştık. Dönecek para da kalmamıştı. Halaya güvenmiştim cahil aklımla. Kalakaldık. Bendeniz çocukluğumdan beri çok müteşebbis bir ruha sahip olduğum halde ziyadesiyle utangaçımdır. İkisi bir ruhta terkip bulunca aklıma şahane bir fikir geldi; insanlar sokaklarda enstrüman çalıyorlar, kayıntıyı doğrultuyorlardı. Bizim neyimiz eksik. Dinçer’i bu işin bizi kurtaracağına ikna ettim etmesine ama benim neden çalmadığıma ikna etmek için çok alttan girip üstten çıkmam gerekti. Gençlik işte, “Utanıyorum ulan ben, çıkamam öyle orta yere” de, geç değil mi? Denmiyor işte o zaman, bir de, “Eee, benim günahım ne?” deyivermesi de var Dinçer’in. “Benim çok akrabam var oğlum Çanakkale’de,” dedim, “Bir gören olur falan, annemin babamın kulağına gitmesin.” Hak verdi Dinçer, çıktı meydane, serdi kordon boyuna tezgâhını. Ama fıs. İki üç liradan gayrısı akmıyor Allah akmıyor. Bir müddet Sezercik’i dilenmeye çıkarmış Erol Taş gibi uzaktan seyrettim Dinçer’i. Olmadı, Dinçer de yıldı. Bu işle para kazanmayı bırak, varlığımızın farkında olduklarından bile şüpheye düşmüştük. Para atanlar da az önce aldıkları mısırlardan, çekirdekler, dondurmalardan dönen ufaklıkları atıyorlardı zaten. Belki de kalabalık yapmasın diye yere atıyorlardı da sekip bizim şapkanın üstüne geliyordu bozukluklar. Bizi, yani Dinçer’i, evet, görmüyorlardı bile. Keyfimiz iyice kaçınca bıraktık, keyfimiz geri gelsin diye kazandığımız üç kuruşla iki bira aldık boğaza karşı. Elimizde son paramızın kanını emer gibi damla damla içtiğimiz, ısındıkça küfre dönüşen biralarla kordon boyunda oturduk saatlerce. Gitar çalasımız bile kalmayacak kadar tükenmiştik. El ayak çekilmeye başladı kordondan. Sessizleşti, ıssızlaşıp bir yaz akşamı yorgunluğu giyindi kordon. Dalgaların birbiri üstüne binen sesleri tek tek seçilir oldu. Basbayağı sokakta kalmıştık.
Hani gençken vakit geçmek nedir bilmiyor ya, hani saatler yıl olur, sakal bir türlü çıkmaz, boy bir türlü uzamaz, şu sivilceler inatla geçmez ya, o hesapla birkaç yıl oturduk öyle ağaçlar altında. Kışlıklarını çıkaramamış sokak köpekleri bile devrilip uyuklamaya başladılar çimenlere. Hava da serine çekmeyi başladı mı? Serinlik ve karanlık birlikte ne kadar artırırlar korkuyu. Kendi memleketimde böyle el gibi sokakta kalakalmaktan bir korku gelip oturdu içime. Hem öksüz hem yetim kalıp sokaklara düşüvermişim gibi geldi. Sinirden ağlayacak haldeydim. Dinçer’e baktım, susuyordu. Susmasıyla meşhur bir çocuktu zaten. Gözlüğünü çıkarmıştı. Camları kocamandı gözlüğünün, gözleri o varken daha büyük görünürdü o kalın camların altında, babaanne gibi. Uyuyacak gibiydi, incecik kalmıştı gözleri. Uyumasın istedim. O uyursa hepten yalnız kalakalacaktım. Oyalamaya çalıştım onu bir vakit, artık pilimiz tükeniyordu iyiden iyiye.
Neden sonra iskele tarafından ufukta üç karartı gördük, kordonun bir ucunda. Üniversiteli olduğu belli üç kızmışlar. Yaklaştıkça sokak lambalarının cılız aydınlığı bir suret çizdi her birine. Kızlar gelip önümüzde durdular. Uzun saçlı, gitarlı ve evsiz oluşumuzdan şefkate boğuldular bir anda. “Ne yapıyorsunuz siz burda böyle?” diye sordu çekik gözlü, irice olanı, kolunda deriden, kalın bir bileklik vardı, yüzü beyazdı, bembeyazdı. Vaziyeti anlattık üstün körü. Kumral küt saçlı olanı, “Kalkın, yatılmaz burda!” deyip Salı Pazarı tarafını işaret etti eliyle, “Burda yatılmaz, Salı Pazarı tarafında yatılır” der gibi. “Nereye?” demiş bulundum şaşkınlıkla. Üçüncüsü cevap verdi bu kez, simsiyah giyinmiştiler ve yüzleri beyazlıkta birbirileriyle yarışıyordu. “Bize gidelim, kalırsınız bizde.” Dinçer topladı bile tasını tarağını. Ben korkmuştum biraz, hani olmaz ya, ayaklarına baktım kızların, aman iyi saatte olsunlar. Yol boyunca kendi aralarında gülüşerek yürüyen kızların peşinden yürüdük sessizce. Bembeyaz suratlı, simsiyah kızlardı. Bir Felak, bir Nas okuyayım dedim, n’olur n’olmaz. Yok, onu da hatırlayamadım. Ama iyi korkmuştum. Dinçer’e de bir şey diyemiyordum. Bir müddet yürüdük gecenin gizemli ölülerinin peşinden. Bizi bir mezarlığa sürükleyecekler derken girişin bir üstü bir eve çıktık. Kapıyı çalınca içeriden dev bir gürültü ve sanki ondan kaçıyormuş gibi koşarak gelen sigara dumanı çıktı. İçerisi bir insan deryasıydı. Sayısız genç adam ve kadın, şaraplar, biralar, sigaralar içiyor, yer yataklarında yatıyor, kimi uyuyor kimi bu gürültüde basgitar çalmaya çalışıyor, karınca yuvası gibi sonsuz bir hareketle döneniyordu. Bir yer bulup mabadın ucuyla sığıştık. Ne kimse kim olduğumuzu sordu, ne nerden gelip nereye gittiğimizi, ne orada ne aradığımızı. Yavaş yavaş yatmaya başlandı evde. Birer kovuk bulup büzüşüp yattık. Her şey iyi hoştu da müzik hiç susmuyordu, öyle böyle değil. Komşuları yok mu bu insanların?
Şimdi yalan olmasın, ben müzikten pek anlamam. Hani kanunla piyanoyu ayırırım da, ne nedir, ne yapılır, nasıl çalınır, nasıl okunur bilmem hiç. Fakat bu insanların dinlediği müziği ben ömrümde duymamıştım. Rock falan biliyordum, elektro gitar, bas, bateri, klavye, şu, bu… Ama bu neydi Allahım. Duvarlarında suratları bembeyaz korkunç insan sıfatları, kuru kafalar, kanayan insan yüzleri, etleri dolu bir evde, vokaldeki vahşi böğürtüsü dinmeyen adama eşik eden dikiş makinesi hızında bateri ve akortsuzmuş gibi yoran çok sesli elektro gitar gürültüsü; hem de son ses. Yine de yorgunmuşuz, uyuduk.
Ertesi sabah evde hayat daha normal gibiydi. Birkaç kız kalmıştı sadece. O sonsuz gürültülü müziğin eşliğinde tırnakları siyah ojeli, beyaz yüzlü, kara dudaklı kızların menemen servisi yaptığı bir sabaha uyanmıştık. O gürültü hiç susmuyordu. Davullar artık göğüs kafesimin içinde vuruyordu. Adamın vokalindeki hırıltı geçsin diye ben ikide bir boğazımı temizliyordum. Birkaç sefer genzime kaçtı menemen. Kahvaltıdan sonra kızlar çıkıp okula gittiler. Kapı kapanınca ilk iş müziği kapatmak oldu. Kalakalmıştık yine, yapacak bir şey bulamadık. Bir müddet gitar çaldık. Sonra temizliğe giriştik. Akşam kızlar gelene kadar pırıl pırıl yaptık evi. İnsan eti ağırdır, dedik, yük olmayalım kimseye. Kızlar da sevindiler bu işe. Akşam birer ikişer toplanmaya başladı gene evin dumanlı kalabalığı. O patırtı son ses açıldı yine. Uyurken bile kapanmadı. Zaten o müzik yalnızca evde Dinçer’le ben kaldıysak kapatılıyordu. Onun dışında tam zamanlı ve son ses olarak o acayip böğürtü çalıyordu. Anlamadığımızdan, hani yanlış anlamasın kimse.
Tamı tamına on dokuz gün kaldık o evde. Cebimizde beş kuruş para olmadığından dışarı da çıkamadığımız için evin iç hizmetlerinin mesuliyetini alarak içimizi, ruhumuzu döven o müzikle kim olduğumuz bile sorulmadan yaşadık orda. Ölüler arasında, canı çoktan çıkmış iki hayalet gibi. Neden sonra Dinçer’in Samsun’dan bir arkadaşı para gönderdi dönebilelim diye. O gün işte, paranın geldiği, çıkıp postaneden çekeceğimiz, biletimizi alacağımız gündü. On dokuz gündür kulaklarımızın boğazından bir tatlı lokma geçmemişti. İyice gerilmişti sinirler. Epey bir karıştırdık evdeki kasetleri, kaset var daha o zamanlar. Lanet gibi yanımıza bir tek kaset almamışız da üstelik. Evdekilerin hepsi aynı patırtının bir değişiği. İçimiz almıyor, bu yaştan sonra olacak şey değil ya, zorla mı? Harman ettik bütün kasetleri, yok Allah yok. İlaç için bir tane dinlenecek şey yok. Derken içeriden bir kaset buldu geldi Dinçer. Evdeki kasetlerin çok azı orijinaldi. Hepsi üst üste çekilmekten yorulmuş eski, bitkin ve başkalarının adına kasetlerdi. Bir Neşet Ertaş kaseti elinde, “Buna bir bak bakalım” dedi. Taktım teybe kaseti. Birden bire bir ses çağladı evin ortasına. İçimiz yıkandı o sesle. Serin bir şey dokundu ensemize yakın bir yere sanki, ürperdik. Neşet Baba bağırdıkça içimizdeki lastik gerildi, inceldi, inceldi ve pıt edip koptu, ucu sanki kalbimize çarptı. Tutamadım kendimi, yıllar sonra küs bir akrabayı görmüşüm gibi bir şey boşaldı içimden. Baktım Dinçer de koyverdi makaraları, dedim, yabancı mı var anasını satayım, saldım iyice. On beş dakika kadar ağladık karşılıklı. Sonra yorulduk ağlamaktan, içimizi yıkayacak kadar yaş ziyan edince. Zaten yanıklar da bitmişti, “Bağa gel, bostana gel”e dönmüştü hava. Kalktık iki oynadık üstüne bir de, delirmiş gibi. Eşyayı topladık, Neşet’i, bir misyon gibi, teybin içinde bıraktık. Bir saat sonra otobüsteydik. On sekiz saatlik yol boyunca tek kelime etmedik birbirimize, durduk öyle.
Ruhumuzu kurtaran adam ölmüş diyorlar şimdi. Neşet Ertaş’ın öldüğü nerde görülmüş?
Mahir Ünsal Eriş