Toronto’ya veda / lensler konuşabilseydi

Fotoğrafçı Berge Arabian, Agos’un kültür sanat sayfalarında kaleme aldığı ‘Lensler konuşabilseydi’ başlıklı köşesinde, çektiği fotoğrafların hikâyelerini anlatıyor.

Onları son bir kez görmek için parka gitmiştim. Gerçi, ayrılmama daha üç hafta vardı ama bir sürü paketleme ve düzenleme işi yapmam gerektiğinden, bu süre ucu ucuna yetecekti. Toronto’da yaşadığım otuz yedi yılın ardından, âşık olduğum kadının beni beklediği şehre, İstanbul’a taşınıyordum. Birkaç gün önce, benim için verdikleri ‘güle güle’ partisinde vedalaşmıştık aslında. Düşünün, Toronto’da onca tanıdığım varken, bana veda partisi düzenleyenler, çoğu zaman beş parasız dolaşan evsiz arkadaşlarım olmuştu. Parti için küçük ilanlar hazırlayıp bastırmış, sokaklarında yaşadıkları Queen ve Bathurst mahallelerinin her yerine asmışlardı. Partide çalmaları için beş ayrı Punk grubuyla da anlaşmışlardı. Her şeyi organize etmişlerdi yani. Ben de, karşılık olarak, onların yer aldığı fotoğraflarımdan yaptığım seçkiyle, bir sergi hazırladım. Partinin yapıldığı yerin gecelik kirasını da ödedim. Paraları olmadığını biliyordum, ödemeyi yapmayı kendim teklif ettim.

Altı aydır bu gençlerin fotoğraflarını çekiyordum. Birkaç kişiyle başlayan işe, yavaş yavaş, onların –kendileri gibi evsiz olan– birçok arkadaşını da dâhil etmiştim. Günlük hayatlarına ve kültürlerine ilişkin bir görsel hikâye hazırlamak istiyordum. Zamanla pek çok kişiyle tanıştım; birçoğunu yakından tanıdım ve sevdim. Şansıma, onlar da beni sevdiler. Saygılarını kazanmayı da başardım. Zaten, başka türlü iç dünyalarını açmazlardı bana.

O dönemde NOW dergisi için serbest fotoğrafçılık yapıyor, bir yandan da yetişkin göçmenlere İngilizce dersleri veriyordum. İki işimde de mesai saatlerim çok elverişli olduğundan, evsiz arkadaşlarımı haftada birkaç kez görebiliyordum. Onlarla yaptığım çalışma, fotoğraf çekmekten ibaret değildi; çok sohbet ediyorduk. Onları tanıdıkça daha çok seviyordum. Kimi zaman sert ve saldırgan davransalar da, gayet düşünceli, iyi insanlardı.

O sabah, vakitlerinin büyük kısmını geçirdikleri parka gittim. Orada olduklarını görünce sevindim. Beni uzaktan, onlara doğru yürürken görür görmez bağırarak adımı söylemeye başladılar. Onlar da sevinmişlerdi, çünkü partiden sonra bir daha görüşemeyeceğimizi düşünmüşlerdi. Daha o saatte içmeye başlamışlar, ama henüz sarhoş olmamışlardı. Neşeli bir ruh hâlindeydiler. Ortak geçmişlerinden hikâyeler anlatarak birbirlerine takılıyor, bol bol gülüyorlardı. Sonra bir ara, içlerinden biri, elindeki boş bira şişesini toprağa gömmeye karar verdi, ama çimle kaplı zemin o kadar sertti ki, şişe toprağa girmiyordu. Topuğuyla şişeye vurup duruyordu, şişe ise bana mısın demiyor, toprağın içinde ilerlemiyordu. Herkes onu izlemeye koyulmuştu ki, birden, hepsi birden, ellerindeki boş şişeleri onun yaptığı gibi toprağa gömmeye karar verdi. Bazıları bunu becerdi de.

İş bir tür oyuna dönmüştü; şişesini toprağa gömebilenler güçleriyle caka satıyor, gömemeyenlere gülüyorlardı. Onlar da, kendi durdukları noktada toprağın daha sert olduğunu iddia ediyorlardı. Derken, içlerinden biri, oradaki bankın üstüne çıkıp, var gücüyle, sıçrayabildiği kadar yükseğe sıçrayıp, yere tek ayağının topuğuyla, şişenin üstüne basarak indi. Şişe bütünüyle toprağa girdi, görünmez oldu. Bu kez hepsi aynı şeyi yapmak istedi. Kendilerine eğlence arayan çocuklar gibiydiler.

Bu şamatanın ardından, gitme vaktim gelmişti. Benden, birlikte görüneceğimiz fotoğraflar çekmemi istediler. Ben de, gayet ağır olan fotoğraf makinemi kendime döndürüp, onlarla ikişerli-üçerli ‘selfie’ler çektim. Sonra, her birine sarılıp, gözlerimde yaşlarla yanlarından ayrıldım. Onları özleyeceğimi biliyordum. Yukarıda gördüğünüz fotoğrafı çekmemin üzerinden tam olarak on üç yıl geçti. O ‘selfie’lere baktığımda hâlâ güzel şeyler hissediyorum.

İngilizceden çeviren: Altuğ Yılmaz



Yazar Hakkında