Judith Butler, cinsiyet çalışmaları üzerine devrim yapmadı. Özellikle 1990’lardan sonra Amerikan üniversitelerinde moda halinde yayılan bu alanı, tek başına var etti. ‘Normal’ gibi görünen kurulumları parçalamaya çalışırken, ‘anormal’ damgası yiyeni de unutmadı. Bir yandan onu ‘normalleştirirken’, diğer yandan, gördüğü sorunları bağıra bağıra söyledi.
Levent Özata
levozata@gmail.com
Judith Butler, 1956 yılında LeBron James arkasında derin yaralar bırakıp ayrılmadan çok çok önce Cleveland, Ohio’da doğdu. Avrupa’nın çeşitli yerlerinden gelip Cleveland’da buluşan büyük ailesinin karmaşık geçmişinden dolayı çocukluğu ortodoks, muhafazakar ve reformcu sinagoglar arasında mekik dokumakla geçti. En son, birinde karar kılmamayı seçip anti-semitik olduğuna dair iddialar var. Kendisine sorsanız, kurulmuş bütün aidiyetleri reddeder. Sinagoglar arasında mekik dokuyarak sadece Musevilik hakkında kapsamlı bir bilgi edinmekle kalmadı. Felsefeye olan ilgisi de dinler üzerinden gelişmeye başladı. Daha on dört yaşındayken, üniversite okuyan ortalama bir felsefe öğrencisi kadar etik biliyordu. Yahudi felsefesini ise hatmetmiş, unutmaya çabalıyordu.
Seküler eğitimle üniversite yıllarında tanıştı. Beklendiği gibi felsefe okudu. Beklenmeyen ise üniversiteye giriş başvuruları sırasında kendisine hahamlar tarafından verilen öneri mektubunda geçen, “çok konuşuyor”, “cevap veriyor” ve “uygun davranmıyor” ibareleriydi. Neyse ki, Yale Universitesi bunları yaramaz bir öğrencinin tipik davranışı olarak değil de, parlak bir zekanın kıstırılmış ortamdan kaçış çabası olarak değerlendirip Butler’ı felsefe bölümüne kabul etti.
Bundan sonrası parlak bir akademisyenin doğuşu olarak adlandırılabilir. Özellikle Michel Foucault’dan fazlasıyla etkilenir Butler. Feminizm, cinsiyet, kurumlaşmış aidiyetler üzerine çalışır. Judith Butler, cinsiyet çalışmaları üzerine devrim yapmamıştır. Özellikle 1990’lardan sonra Amerikan üniversitelerinde moda halinde yayılan bu alanı, belki fazla iddialı olacak ama, tek başına var etmiştir.
Normalleştirilmiş cinsiyetler üzerine çalışarak işe başladı. ‘Toplumsal cinsiyet’in, kendini tekrar etmekten sıkılmayan, katılaşmış ve doğalmış gibi görünen küçük oyunların (performative), pratiklerin ve ifadelerin sonucu oluştuğunu ifade etti. Bu genelgeçer davranış şekli, eylemler ve ifadeler genellikle toplumsal cinsiyetin sonucu olduğu düşünülür. Butler bunu ters yüz etti. Ona göre toplumsal cinsiyeti oluşturan bizzat bu eylemler ve ifadelerdir. Bu bakımdan, toplumsal cinsiyet, biyolojik cinsiyetin bir uzantısı değildir; verili, doğal ve statik değildir; aksine son derece karmaşık bir süreçte, heteroseksüelliği norm haline getiren son derece ‘katı’ ve ‘düzenleyici’ bir çerçeve içinde oluşur.
‘Normal’ gibi görünen kurulumları parçalamaya çalışırken, ‘anormal’ damgası yiyeni de unutmadı Butler. Bir yandan onu ‘normalleştirirken’, diğer yandan, gördüğü sorunları bağıra bağıra söyledi. Lezbiyen, gay, biseksüel ve aseksüel olduğunu belirtmenin cinsel bir kimliği açıklamaktan çok politik bir talebe karşı bir üretim (production) olduğunu belirtti.
Bunun gerekli olduğunu düşünmekle birlikte, cinsel kimliklerin inşa edildiği, değişken, belirsiz, çoklu ve parçalı olduğuna dair bir bilincin önemini de ifade eder. Hemen ardından da, yüzünün erkeksi değil, cinsiyetsiz göründüğünü eklemeden edemez. Belirsizlik yoksa, cinsel kimlikler ancak zorunlu heteroseksüelliğin hegemonyasını devam ettirebilir.
Butler ayrıca queerin de tanımlanmaya, sabitlenmeye yanaşmayan, daima tartışılan ve sorgulanan bir ‘çarpışma alanı’ olarak kalması gerektiğini ifade etti. Ancak, pratikte, politik alanda ve entelektüel camiada queer normalden dışlanmış herkesin sığındığı bir limana dönüşür. Butler, queeri tarif ederken bir tanımlama getirmemiş. Cinsel kimliği olan herkesi bu şemsiyenin altına sokmuştu. Halbuki, politik queer, kendi queer nation kavramını kullanarak kendini durağanlaştırıp başka türlü bir ötekileştirmeye yol açar. Bu sebepten olsa gerek, Butler bir yerde ona soranlara, “queer mi, o da ne?” diye cevap vermiştir.
Şimdilerde, en klişe söyleyişle İsviçre Alpleri’nin eteklerinde, koridorlarında Agamben’le laflayıp, Zizek’e omuz atılabilecek bir okulda yarı zamanlı ders veriyor. Ya kendi yarattığı ‘çarpışma alanından’ sıkılmış, ya para tatlı gelmiş, ya da soğuk havayı çok seviyor.