Usame Bin Ladin’in öldürülmesine uzanan 10 yıllık dönemi anlatan Zero Dark Thirty’nin yönetmeni Kathryn Bigelow, yapılan işkencelerin tarafsızlığı korumak adına filmde yer aldığını söylüyor. Peki tarafsızlık mümkün mü? “Sadece gösterme”nin sorumluluğu yok mu? Ecem Yıldırım yazdı.
“Film sanatının en büyük başarısı, gerçekliği kurmaca anlatı içinde yeniden yaratması, aklımızı çelerek kurmacayı gerçek gibi algılamamızı sağlaması değil; aksine gerçekliğin kendisinin kurmaca yanını fark etmemizi, gerçekliğin kendisini bir kurmaca gibi deneyimlememizi sağlamasıdır”
(Slavoj Žižek, Filmlerle Sosyoloji)
Sinemanın gerçeklikle kurduğu ilişki, cevaplardan çok soruların önemli olduğu bir tartışma zemini sunuyor hepimize. Bu zeminde ortaya koyduklarımız, sinemadan ne beklediğimizle doğrudan ilgili. Olan biteni müdahale etmeden yansıtma iddiasında olan filmlerle mi karşılaşmak istiyoruz? Tarafsız bir şekilde olayları aktaran bir dış göz müdür sinemadan anladığımız? Göstermekle yetinen sinema dilini mi talep ediyoruz? Sinemayı hayal kurmayı mümkün kılan bir yaratım alanı olarak düşünenler için bu sorulara olumlu yanıt vermek mümkün değil.
Natüralizmin dayattığı gerçekçilik anlayışı, sinemayı dar ve sorunlu bir aralıkta soluksuz bırakıyor. Hiçbir meseleyi sahici bir şekilde dert edinmeden bu anlayışa sığınan filmler, sinemanın üstünü çiziyor. Bu yüzden, sinemanın sinema olabilmesi bu anlayışla arasına mesafe koymasıyla mümkün. Çizgi aşıldığında film üst perdeden konuşarak olan biteni bir bir anlatmaya soyunuyor ve tam da bu noktada sinema sinema olmaktan çıkıyor. Bu durumun son zamanlardaki en bariz örneği Zero Dark Thirty. Film Usame Bin Ladin'in öldürülmesiyle sonuçlanan 10 yıllık takip sürecinin izini sürüyor ve bunu hiçbir detayı atlamadan yapma iddiasını taşıyor.
Filmdeki işkence sahneleri de son derece sorunlu noktaları su yüzüne çıkarıyor. Yönetmen Kathryn Bigelow ABD hükümetinin işkence yaptığını ve onların da tarafsızlığı koruma adına filmde işkence sahnelerine yer verdiklerini söylüyor. Sinema gücünü kurgudan alıyor ve kimlikleri temsil etmekten fazlasına işaret ediyor. Bu filmin yaptığı, sinemanın yaratma, direnme ve değiştirme potansiyelini görmezden gelerek onu belgeciliğe indirgemekten başka bir şey değil. Bunu yaparken de tarafsızlık giysisini üzerine geçiriyor. Tarafsızlığın ne kadar mümkün olabileceği ile ilgilenmiyor bile.
Bigelow göstermenin onaylamak anlamına gelmediğini vurguluyor. Bunu yaparken de göstermenin sorumluluğunu arkada bırakıyor. Natüralizmin her yerine sinen tarafsızlık iddiası burada da kendini gösteriyor. Bana göre sinema söz konusu olduğunda göstermekten daha da önemli olan neyi nasıl göstermeyi seçtiğiniz. İdeolojik seçimleri tarafsızlıkla meşrulaştırmaya çalışmak bu nedenle son derece anlamsız. Steven Spielberg'ün tarihsel gerçeklere bağlı kalma iddiasında olan filmi Lincoln, köleliğin ortadan kaldırılışını Abraham Lincoln'ın vicdan muhasebesine indirgeyerek hiç de tarafsız olmuyor mesela. Tarihi açık açık yeniden kurguluyor.
Bir film sadece gösterdikleriyle değil kadrajın dışında bıraktıklarıyla da çok şey söyler aslında. Bu nedenle, çizdiği çerçevenin dışıyla da bağ kurabilen filmler seyirciye alan açar. Mutlak bir hakikate işaret etme iddiasında olmayan filmlerin seyirci üzerinde baskı da kurmadığını görürüz. Seyreden filmin kurduğu dilde ve anlattığı hikayede boğulmaz. Bununla birlikte, dayatılan gerçeklikten uzak düşmekten korkan filmler, bu korkunun verdiği telaşla seyirciyi esir alır. Altı çizilen hakikat, seyirci tarafından sorgusuz sualsiz kabul edilsin istenir. Seyirci dönüp kendine bakamayacak kadar nefessiz kalır ve kadrajın dışını unutmaya zorlanır. Klasik anlatının seyircilerden beklediği de filmin içinde eriyip gitmeleridir zaten. Bu yüzden böyle filmlerle kurulan ilişki de hep yüzeyde kalır.
Filmlerde kolayca özdeşleşilebilecek karakterler olursa seyircinin filmle bağının güçleneceğine dair ezberleri de son derece sorunlu buluyorum. Bence seyirci ancak filmle arasına mesafe koyabilirse kendine bakabilir ve ancak o zaman o filmi hayatına katabilir. Bu da ancak seyirciyi alışılmış seyir deneyiminden koparmayı göze alabilen bir sinemacı ile mümkün olur. Sinemanın benim inanmayı seçtiğim dönüştürücü gücü de buradan gelir aslında. Mutlak olarak dayatılan gerçekliğin söz konusu olmadığı yerde değişim hayal edilebilir ve sonra da gerçekleştirilebilir. Ne gerçeğin aynası ne de ondan kaçarken saklanılacak sığınak; sinema en çok bu direniş duygusudur bana göre.