Türkiye ve Ermenistan'da doktora araştırması yapan Aykut Öztürk, ikinci yazısında yine araştırması sırasında başına gelen çeşitli olayları kimlik ve aidiyet konusunda sorulabilecek her türlü soruyla harmanlıyor. Ayrıca, okuyucuya Ermeni mekânlarında Türk olmanın bir fotoğrafını sunuyor.
Aykut Öztürk
s.aykutozturk@gmail.com
BİR PASAPORT
Viyana’dan beni Yerevan’a getiren uçaktan iniyorum ve Zvartnots Havalimanı’nda Ermenistan’a giriş yapmak için pasaport kuyruğunda bekliyorum. Arkamda üç kişi var ve ellerinde Almanya pasaportu taşıyorlar. Aralarından biri elimde tuttuğum pasaportuma işaret ediyor ve arkadaşlarına bir şeyler fısıldıyor. Kendi aralarında kıkırdıyorlar. Nedense utanıyorum.
O an anlıyorum ki Almanya’dan birileri için Ermenistan’a geliyor olmam garipsenecek bir şey olabiliyor. Bu türden garipsenecek olaylarla hepimiz gündelik hayatımızda karşılaşıyoruz. Bazen benim anlattığım durumda olduğu gibi bizlere garipseniyor, ama bazen de biz başkalarını garipsiyoruz. Buradaki çelişki bir kişinin hayatı boyunca hem garipseyen hem de garipsenen olabilmesi değil, kişinin benzer bağlamlarda benzer tepkiler göstermemesi. Mesela, Viyana’dan gelen değil de, İstanbul’dan gelen bir uçağın çıkışında karşılaşsaydım bu insanlarla aynı kıkırdamayı işitmeyebilirdim. Ayrıca eminim ki Türkiye’de Ermenilerin yaşadığını ve Türkiye pasaportuna sahip oldukları bu insanların akıllarının bir köşesinde vardır. Peki, nedir o pasaport kuyruğunda bu diğer olasılıkları imkânsızlaştıran ve beni başka şekillerde imleyen? Nedir beni o anda en başta belki sadece bir Türk olarak, ama sonra da Türkiye-Ermenistan meselesinin ve belki daha da sonra Türk-Ermeni tarihinin öznesi bir Türk olarak var eden? Bu sorulara cevap vermeden önce başka bir örneğe geçmek istiyorum.
BİR MÜZE BİR TARİH BİR DİNLEYİCİ
Müze gezmeyi çok seviyorum. Ancak müzelerde nelerin –yani tek tek hangi eserlerin – sergilendiğinden çok, eserlerin nasıl sergilendirdiği – yani o yüzlerce binlerce parçanın nasıl anlamlı bir bütün haline getirilip sunulduğu – beni ilgilendiriyor. Çok müze gezdim, hiç sıkılmadım ve yine sorular, bakışlar karşısında kendimi karşımdakine tarif edemediğim bir sürü durumla karşılaştım. Kudüs’teki Ermeni Müzesi’nde de böyle oldu, İskenderiye’deki Kavafis Müzesi’nde de. İnsanlar hep sordular “neden geldin?” diye.
Berlin’e trenle kırk dakika uzaklıktaki Postdam kentinde Lepsius Müzesi bulunuyor. Müze binası 1915 ve ertesinde Osmanlı Ermenilerinin maruz kaldıkları kıyımı, şiddeti ve tehciri fotoğraf ve belgelerle dünyaya duyuran Alman misyoner ve şarkiyatçı Johannes Lepsius’un evi ve müzede Lepsius’un çektiği fotoğrafları ve topladığı belgeleri ziyaretçilerle paylaşılıyor. Ben de Ermenistan ve Türkiye’den gelen ortak bir grubun parçası olarak bu müzeyi ziyaret ettim. Bizi kapıda müzeden bir görevli karşıladı ve bütün müzeyi “bize” gezdirdi.
Buradaki “biz” kelimesini tırnak işareti içine alıyorum çünkü müze görevlisi bütün dikkatini ve enerjisini ilk dakikadan itibaren Türkiye’den gelenlere yöneltti ve bize bilmediğimiz – ve ona göre asla bilemeyeceğimiz – tarihi öğrettiği için de biraz gururlandı. Ben ve arkadaşlarım bu aydınlatan (müze görevlisi), hali hazırda aydınlanmış (Ermenistanlılar) ve aydınlatılanlar (Türkiyeliler) ayrışmasından biraz sıkıldık. Bunu dile getirince de sıkıntımız tarihçi, tiyatrocu, antropolog olmamıza ya da başka bir sürü kıstasa göre değil de Türkiye’den “Türkler” olmamıza bağlandı. İşte insana bu denli konuşacak alan bırakmayan bir atıf olarak karşımıza çıkıyor milli kimlikler.
Yalnız burada özellikle belirli kurumları temsil eden insanların (STKcılar, müze görevlileri, AB gibi uluslarüstü örgüt çalışanları vb.), gazetecilerin ve akademik araştırma yapanları sorumlulukları üzerine vurgu yapmak istiyorum. Çünkü işin can alıcı yanı hayatımızı git gide daha çok klişeler ve ezberlere boğanların da bu gruba dâhil olan insanlar olması. Hâlbuki benim de araştırma yapan biri olarak hakkında çalıştığım yerleri ve insanları (ya da kısaca bağlamları diyelim) tanımak kadar bu edindiğim bilgileri paylaştığım insanları da tanımak gibi bir sorumluluğum yok mu? Hem bilgi neden sadece “beyan edilen” bir şey oluyor da beraber üretilen bir paylaşımın ürünü haline gelemiyor? Neden anlatıcı dinleyenin kim olduğunu bu kadar umursamıyor ya da umursayamıyor?
BİR SINIR İHLALİ
Dünyayı karşıtlıkların belirlediği çeşitli sınıflandırmalar üzerinden anlamaya çalışırken yorgun düşüyoruz. İlginç olan bunun doğal bir anlama ve bilme biçimi olduğuna kendimizi ciddi şekilde inandırmamız, bir taraftan bu karşıtlıkların gündelik hayatımızda mütemadiyen boş çıkması ve diğer bir taraftan bu karşıtlıklara inanmaya inatla devam etmemiz. Sanki kafamızdaki her sınıflandırma – ve tanımlama – her boş çıktığında biz on(lar)a daha çok sahip çıkıyoruz ve daha çok benimsiyoruz. İşte bunun adı sınır ihlali.
Burada bahsettiğim elbette ki kafamızın içindeki sınıflandırmaları (siz bunu tanımlamalar diye de okuyabilirsiniz) birbirinden ayıran sınırlar. 20.yy ikinci yarısında pek çok düşünür bilgi ve anlamın nasıl üretildiğine dair kafa yordular: karşıtlıkların işaret ettiği bir sınıflandırmalar dünyasını kabul etmek yerine böyle bir dünyayı yıkıp karşıtlıkların üretildiği bağlamlara ve bu bağlamların arkasındaki güç ilişkilerine işaret ettiler. Yani karşıtlıkların (ya da iddia edilen farklılıkların) gerçek olup olmamasını test etmekten ziyade bu karşıtlık (ve farklılık) tahayyüllerinin en baştan hangi sosyal dinamiklerin neticesinde ortaya çıktığı üzerine kafa yordular. Ama bundan daha da önemlisi dünyayı karşıtlıklar üzerinden anlamak ve bilmek zorunda olmak olmadığımızı da bize gösterdiler.
İşte bizler her gün bu sınırları ya kendimiz sürekli geçiyoruz ya da başkalarını geçerken görüyoruz. Ve Türklüğün ya da Ermeniliğin (ya da “tanımlayageldiğimiz” herhangi bir sosyal varoluş halinin) sınırlarını her geçtiğimizde – ve bu sınırlar esasında bizi neredeyse hiçbir zaman tam olarak içine alamasa da – bu sınırları yeniden yaratıyoruz. Çünkü söylemsel olarak referans noktası hep o sınır olarak kalıyor, o sınır değişmiyor. Bu yüzden de o sınırı ne kadar ihlal edersen et – yani o sınırın işaret ettiği kimlik tanımına ne kadar uymazsan uyma – karşındakine hep o sınırın gerisinden gelen biri olarak görünüyorsun.
BİR SORU
Bu yazının en başında, pasaportumu gören Almanyalıların tepkisini anlatırken “nedir beni o anda en başta belki sadece bir Türk olarak, ama sonra da Türkiye-Ermenistan meselesinin ve belki daha da sonra Türk-Ermeni tarihinin öznesi bir Türk olarak var eden?” diye sormuştum. Müzede bana eşlik edenlerle birlikte başımıza gelen ise bunun bir benzeriydi. Yine her şeyin başında Türk, ama bu sefer bir de aydınlanmamış/cahil belki biraz da naif beyinler olarak kurgulanıyorduk.
İlginçtir ki karşımızdakini şaşırttığımız oranda sıradanlaşıyoruz. Ermenistan’da havaalanında bir Türk görünce ya da Lepsius Müzesinde Türkleri görünce şaşırıyordu insanlar ama bu yine de onların bize soru sormasına, bize dair bir merak geliştirmesine bir türlü sebep olmuyordu. Sıradandık ve Türklük tanımına uymadığımız ölçüde Türk oluveriyorduk.
Şimdi bütün bunların nedeni neydi? O söylemsel sınırların dışına çıkmak değil miydi?
Gelecek yazımda bu soruya başka bir bağlamdan cevap vermeye çalışacağım.