Avrupa’da ekonomik krizle birlikte yükselen ırkçılık tehdidini ve bu tehdidin en net tezahürü olan Yunanistan’daki Altın Şafak’ı Foti Benlisoy yazdı: “Krizin Avrupa’da en az Yunanistan kadar şiddetle vurduğu bir dizi ülkede, faşist sağın belirleyici bir siyasal aktör olarak temayüz etmesi pekâlâ beklenebilir.”
Foti Benlisoy
fotiben@gmail.com
'Yunan toplumu yeni tipte bir iç savaşa hazır. Bir yanda bizim gibi milliyetçiler ve Yunanistan’ın eskisi gibi kalmasını isteyenler, diğer yandaysa yasa dışı göçmenler, anarşistler ve Atina ile Yunanistan’ı birkaç defa mahvedenler olacak.” İç savaş çağrısını yapan, Yunan parlamentosuna Altın Şafak listesinden giren bir milletvekili olan Ilias Panagiotaros. “Marjinal” bir siyasal parti temsilcisinin medyanın dikkatini çekmek için yaptığı frapan çıkışlardan biri değil bu. Daha iki yıl öncesine kadar kimsenin adını sanını bilmediği, Nazizm esinli Altın Şafak örgütü bugün kamuoyu anketlerinde %15’lere varan bir oy oranıyla üçüncü parti görünüyor. Söz konusu partinin meclise girdikten sonra “normalleşeceğini”, mutedilleşeceğini iddia edenlere inat “parti”, sokağı fethetmeye dönük gerilim stratejisinden geri adım atmıyor, bilakis giderek daha cüretkâr bir tutum sergiliyor.
Altın Şafak’ı 1990’lardan itibaren Avrupa siyasal yelpazesinin kalıcı bir parçası haline gelen popülist aşırı sağ partilerle bir tutmayalım. Altın Şafak mesela Fransa’da Ulusal Cephe ya da Hollanda’daki Özgürlük Partisi ile aynı aileden olmasına karşın, “klasik” tipte bir faşist parti. Yani siyasal stratejisini ve örgütsel yapısını parlamento ve seçimler değil, “sokağa” hâkim olmak üzerine biçimlendirmiş, kendisini “milliyetçi devrimin” partisi olarak gören bir örgüt. Altın Şafak esas itibariyle paramiliter milis gruplar temelinde örgütlenen aşırı sağın “aşırılaşmasının” ürünü “eski” tipte bir faşist parti. Son zamanlarda Yunanistan’da günlük bir hadise haline gelen (göçmenlere, lgbtt bireylere, solculara dönük) saldırılar da zaten bu yönelimin açık bir tezahürü. Altın Şafak, ülkeyi bir sosyal çöl haline getiren, emekçilerin yaşam düzeylerinde ancak 2. Dünya Savaşı öncesiyle kıyaslanabilecek boyutlarda bir düşüşü gündeme getiren kriz karşısında afallayan Yunan toplumuna somut ve basit (tekme tokat) bir çözüm sunuyor: Toplumsal tepkinin yukarıdakilere değil, en alttakilere yöneltildiği bir “sosyal yamyamlık”.
Geçtiğimiz haftalarda taraftarlarıyla beraber “Hıristiyanlık karşıtı” olduğu savıyla bir tiyatro oyununu sinkaflı küfürlerle basmasıyla gündeme gelen Panagiotaros, “iç savaş”tan bahsederken geçmişe referans veriyor. Malum, Yunanistan, daha Nazi işgaline karşı mücadele sürerken gündeme gelen ve 1949’da Amerikan müdahale ve yardımıyla (Yunanistan napalmın ilk “denendiği” ülke) eski Nazi, yeni “hür dünya” taraftarı sağın zaferiyle sonuçlanan kanlı bir iç savaş yaşamıştı. Cuntanın devrildiği 1974’e kadar da monarşist-faşizan-otoriter sağ ülke yönetiminde esas söz sahibi olmuş, iç savaşın sonuçları sola karşı inşa edilmiş güvenlik devleti olarak kalıcılaşmıştı. Cunta sonrasında oluşan yeni siyasal mutabakat ya da toplumsal sözleşmeyse, sağ ile sol arasındaki “kan davasına” son vermediyse de onu buzdolabına kaldırdı. Şimdiyse Yunanistan’ı “Latin Amerika tipi” neoliberalizmle tanıştıran yapısal uyum programlarının bu “normal” demokratik meşruiyet zemininde uygulanması mümkün olamıyor, dolayısıyla da 1974 sonrası toplumsal sözleşme fiilen ortadan kalkıyor. AB ve IMF’yi arkasına alan Yunan sermaye ve devletlu sınıfı, anayasanın kimi temel düzenlemelerini dahi askıya alan, parlamenter demokrasinin kural ve teamüllerini es geçen de facto bir “iktisadi olağanüstü hal” ilan etmiş durumda. Kriz, cunta sonrası Yunan demokrasisini mümkün kılmış toplumsal sözleşmeyi geçersizleştirdikçe, artık eski pratik ve söylemler aracılığıyla üretilemeyen/devşirilemeyen rızayı, şiddet/zor aygıtı ikame ediyor. Yunanistan yeniden işkenceyle, polis şiddeti ve basın özgürlüklerinin ihlaliyle anılır bir ülke haline geliyor. Altın Şafak’ın şiddeti de devletin zor aygıtıyla iç içe geçiyor. Yunan devleti, iki yılı aşkın bir zamandır süren uzatmalı toplumsal kalkışma halinin kontrol edilebilir kılınması için nazi paramiliterlerinin dolaylı ve bazen de doğrudan yardımına başvurmaktan çekinmiyor. Başta Yeni Demokrasi olmak üzere “merkez” ve “muteber” siyasal aktörlerse nazilerin ya sırtını sıvazlıyor yahut onların politik programının unsurlarını iştahla benimsiyor.
Ancak unutmayalım: şimdi buzlukta dondurulmuş bekleyen bir iç savaş yaşamış olan sadece Yunanistan değil. Bildiğimiz haliyle Avrupa, bir iç savaşlar silsilesinin içerisinde şekillendi. Krizin Avrupa’da en az Yunanistan kadar şiddetle vurduğu bir dizi ülkede (İspanya, İtalya, Portekiz) dondurulmuş, yahut rafa kaldırılmış iç savaşların yeniden “açığa çıkması”, yani faşist sağın belirleyici bir siyasal aktör olarak temayüz etmesi (İtalya zaten bu yolda hayli mesafe katetmiş durumda) pekâlâ beklenebilir. Kriz Avrupa’nın büyük bölümünde siyasal coğrafyada derin izler bırakacak gibi görünüyor. Şu son yirmi yılda zaten “meşru” bir siyasal aktör haline gelen aşırı sağın daha da büyümesi, hatta Altın Şafak misali “radikalleşmesi” (merkez sağın zaten daha sağa kaydığı bir süreçte) sürpriz bir gelişme olmayacaktır. Türkiye’de yakın zamana kadar bırakın aşırı sağı ya da faşist hareketleri, küreselleşme bağlamında milliyetçiliğin sonunun gelmiş bulunduğu oldukça popüler bir argümandı. Hatta AB, milliyetçiliğin sonunun bir nişanesi olarak övülmekteydi. Halbuki Avrupa’da sonu gelen milliyetçilik değil, 1990’lar sonrasının kesnlikleri, liberal belle epoque’u. Ekolojik krizle bütünleşen kapitalist kriz daha belirsiz ve kırılgan bir dünya anlamına geliyor. Kriz Avrupası’nın üzerinde bugün (aslında her zaman olduğu gibi) ne yazık ki bir değil, iki “hayalet” dolaşıyor; Avrupa’nın kaderini de bu iki hayaletin birbiriyle mücadelesi, “ölümüne” kavgası belirleyecek bir kez daha.
Şapgir'de bu hafta;