Ayşe Akdeniz ‘haller durağı’nda bu hafta, Hayko Bağdat ile “az” olma, “erkek” olma, “sosyalist” olma halleri ve daha birçok hal üzerine sohbet etti. “Politik olarak da Ermenilik'ten vazgeçmem 18'li yaşlardadır. Çünkü Ermenilik ister istemez aynı zamanda da politik bir kimlik. Devlet öyle istediği için.”
Ayşe Akdeniz
aysheakdeniz@gmail.com
Şahit olmak ve şahitlik ettirmek adına farklı geçmişleri olan, farklı halleri yaşayan kişilerle söyleştiğimiz Haller Durağı'nın bu haftaki konuğu İMC TV'deki Azı Çoğu programının ev sahiplerinden Hayko Bağdat.
- Hayko Bağdat nasıl bir aileye, hangi haller içerisine doğdu? İçinde büyüdüğün iklimden bahseder misin?
Ben aslında Ermenilere ve Rumlara uygun bir şekilde doğdum ve büyüdüm. Kurtuluş, Şişli civarında doğdum ve büyüdüm. Rum bir anne, Ermeni bir baba, üç abla ve en ufak erkek… İlk kimlik olarak yaşadığım şey erkeklik kimliğiydi. Çok avantajlı bir şeydi tabii! Evde üç abla var, sonuncu çocuksun, tek erkeksin ve hep bir köfte fazla sana durumuydu. 7-8 yaşıma kadar Büyükada’ya gittiğimizi hatırlıyorum. Sonra bir boşluk var, sonra da Kınalıada… Bir de çocukluğumda Tarlabaşı’nı hatırlıyorum. Anneanne ve dedem Tarlabaşı Rumuydu. Benim çocukluğumda bile Tarlabaşı bozulmuş bir Tarlabaşı hikâyesiydi. Çünkü oradaki Rumlar, Ermeniler gitmişti. Çingeneler vardı. Kürtler var mıydı o zaman bilmiyorum. İlkokula Ermeni okulunda başladım, ablamlarla beraber. Esayan kız okuluydu ama ilkokulu karmaydı. Büyük toplumla temas edeceğim süreç gelene kadarki zamanda en arkaik bilgim anneannemlerin evinin dışında kalan dünyanın beni korkutucu bir halde karşılamasıydı. Ya da ailemin de oraları çok beğenmeyen hallerinden etkilendiğim bir haldi. Ve ben hep az ama makbul, iyi olanız, bu filmde iyi çocuk biziz zannederdim. Batılıyız, medeniyiz, şehirliyiz ve hatta büyük toplumda televizyonda gördüğüm kadarını söylüyorum, işte bunlar hayvan kesiyorlar kurban bayramında, daha geri bir toplum burası falan ama bu toplumun kim olduğuna dair de bir fikrim yoktu.
- “Az” olduğunuz bilinci var mıydı?
Vardı ve o az olan iyiydi. Şurada yıkıldım diyebilirim. Sadri Alışık’ın Ermeni olmadığını öğrenmek çocuk aklımla büyük bir hayal kırıklığıydı. Ezen ulus milliyetçiliğinden bahsetmiyorum. Sanırım bir tür korumacılık duygusu hissettirilmiş. Ailem de öyle yaşıyordu herhalde. Belki de evdeki muhabbet en fazla Ermeniler ve Rumlar arasındaki farklılıklarla ilgiliydi. Hayatın en büyük çelişkisi buydu. Ama Sadri Alışık’ın Ermeni ya da daha doğrusu Hıristiyan olmadığını fark ettiğimde hayal kırıklığım çocukluk kurgumdaki biz ve onlar içerisinde o kim, onlar kim olmuştu. Hatta hiç unutmuyorum bunu, ilginçtir. Evde kedimiz olduğunda ablamlarla şunu tartıştığımızı hatırlıyorum. “Bu kedi Ermeni midir Türk müdür?”, “Türkiye’den bir kedidir ama bu.”, “Biz de Türkiyeliyiz.” falan gibi çocukluğun getirdiği bütün paranoyaklıklar hakimdi.
- Peki bu paranoyaklıklar okul içerisinde beslenen şeyler miydi?
Yok, konuşulmayan bir şeydi bu. Konuşulmasına gerek olmayan, hatta fazla konuşulmasından imtina edilen bir şeydi. Ola ki büyük toplumla temas edersen buradaki kapalı dünyanın korkularını, kibirlerini, endişelerini büyük toplumla paylaştığında başı belaya girer diye çok paylaşılmazdı. Diğer bir hatırladığım şeyse, 12 Eylül’den sonra ilkokula başlamıştım ben. 82 ya da 83’tü. Darbenin izleri hâlâ vardı. Mesela okulların kapısında asker dururdu. Bizim Esayan’ın kapısında da iki tane normal, yeşil üniformalı er dururdu. Sanırım bütün okullarda dururdu. Ve ben çocuk aklımla, şimdiki çocuklar şimdi daha fazla militarist oyunlar oynuyor, filmler izliyor herhalde ama benim de o zamanki çocuk aklımla o benim için bir asker figürüydü. Elinde silahı var, üniforması, miğferi vs. var ve ben onlarla hep temas kurmak isterdim. Ama okulda da anlaşılmış bir şey vardı. O askere çok yaklaşılmazdı. Asker de çok kimseyle konuşmazdı. Bir gün servise bindiğimizde asker, silahı da elinde tabii çocuğun, yürüyerek bizim yanımıza geldi ve “N’apıyorsunuz bakalım çocuklar?” dedi. Benim için hayatımın günüydü tabii o. Ulaşamadığım, niye ulaşamadığımı bilmediğim üstelik... Kimsenin bana bir şey deyip demediğini hatırlamıyorum ama hedefim gidip ona dokunmaktı, çünkü asker işte o! Evimdeki ufak askerimin büyüğü, gerçeği benim için ve 6 yaşında başka nerede bulacaksın onu? Yanımıza gelince çok sevinmiştim. Oradan birisine “Adın ne bakayım senin?” dedi. Orada birkaç sınıf büyük olan bir kız çocuğu da “Ayşe!” dedi. Kızın adı Talin ama… Mesela şunu anlamadım; niye Ayşe diyorsun ki? Bizim kapıdaki asker gelmiş işte. İyi çocuk o... Orada da şunu anlamıştım: “O kimin askeri o zaman?” Bu arada şimdiki akılla düşündüğün zaman çocuğun savunma refleksleri ne kadar komik. Çocuk Ermeni okulunun kapısında tabelanın önünde duruyor. Onu gizleme ihtiyacı niye? Benden en fazla üç yaş büyük o çocuk da. Bütün bunlarda yavaş yavaş şunu hissetmeye başladım, aslında evin içindeki o güvenli halde bir şeyi algılıyorum, bir şeyi biliyorum, bir şey var ama o bizim hayatımıza temayüz edecek çapta değil gibi zannederken yavaş yavaş iki taraftan kırılmaya başladım ve şunu fark etmeye başladım: Bir tanesi biz ve bizden olanların iyi olduğu kaygısı; ikincisi, benim elimi uzattığım zaman dokunabileceğim askerin niye bizden olmadığı gibi karmaşık bir şeyler başladı. Evimiz caddedeydi. Ne zaman ki bir sokak arasına taşındık -zannediyorum ki 9 yaşlarımdaydım, orası Dolapdere’ye daha yakın bir semtti sokak olarak, halka daha yakın bir yerdi. Önünden arabaların geçtiği bir evden sokakta top oynanan, benim de sokağa ilk defa çıktığım bir dönemdi. Ailemden ilk ciddi uyarıları o zaman almış olabilirim. Uyarılar derken… Mesela sokağa çıktığımda “Adın ne?”, “Hayko.”, “Hayko diye isim mi olur?”la başlayan bir şey. Bir de ekonomik olarak daha az gelirli insanların olduğu bir dönem. Bizim için de varlıktan biraz daha yoksulluğa düştüğümüz, orada ancak bir ev kiraladığımız bir dönem. Birçoğu apartman görevlisi çocukları... Varsıl değillerdi. Evlerine ziyaretin pek mümkün olmadığı çünkü apartmanın en kötü, yaşaması en zor yerinde aile olarak yaşayan insanlar... O zaman da kimlik açısından insanlarla ilk ciddi yüzleşmem gerçekleşti. Üstelik de çocuk gaddarlığıyla. Çocuklar çok gaddardır ya! Bir sivilce çıksa suratında seni dünyanın en çirkini ilan ederler ve sen de inanırsın buna. Orada Ermeni olmak durumu vardı. Çünkü çok ilginçtir, Kurtuluş olmasına rağmen benden başka fazla Ermeni yoktu. Ta ki birkaç yıl sonra Diyarbakır’dan gelecek olan Süryani Semir’in mahallemize taşınması ve onun iyi top oynaması, futbol topunun olmasıyla Süryani’nin, Diyarbakırlı’nın dışında bir makbul çocuk muamelesi görmesi ama benimle onun arasındaki Hıristiyanlık ilişkisi... Ama ben Süryani’yi bilmiyorum, Diyarbakır benim için başka bir yer, uzak bir yer, ben şehirliyim zaten gibi bir sürü kimliğin çatıştığı bir şey.
- Ev içerisinde Rumluk ve Ermenilik çatışması var mıydı?
Hayır, çünkü annemde “Ben madem Ermeni ile evlendim. Onun kültürünü kabul etmek durumundayım. O zaman çocuklarım da Ermeni okuluna gider vs.” hali vardı.
- Kadınlık hali vardı yani?
Kadınlık tabii ama babam da Rumluğu hafifseyen değildi. Tam tersine ablamlar Rumca bilir. Ben de annemle çok uğraşır dururdum eskiden. Hep anlatırım. Yeni döneme atladık ama, bir gün şunu söylemişti bana, politize olduğum dönemlerin bir tanesinde, ki garip bir şekilde millet-i sadıkalığı iyi bir şeymiş gibi zannettiğim zamanlardı. 'Biz neler yaptık bu memlekette. Sarayları yaptık, kışlaları yaptık. Sizin bir tane meyhaneniz var. Başka da bir şeyiniz yok. Ne yaptınız siz o dönemde?' dediğimde 'Biz o sırada Yunanistan'ı kuruyorduk.' demişti bana. Ama annemin çok üstüne gidersen kızabilir çünkü Rumlar Rumca konuşular, hâlâ annem bakkal geldiğinde para üstünü Rumca hesap eder.
- Yani sadece evdeki yemekler mi Rumdu?
O kadar keskin değildi ama onların evlilik dönemine gittiğimizde bir Ermeni - Rum çatışmasına yol açtığını söyleyebiliriz. Eskiden burada iki yüz bin Rum, iki yüz bin Ermeninin yaşadığı dönemlerde bunların daha ciddi çatışmalar olduğu, her zaman bu kadar keyifli hikâyeler olmadığını, hatta aileler arasında Anadolu'da Yozgat'ın iki köyü arasında çıkan, insanların öldüğü, kavgaların olduğu dönemler var bu ülkede. Bizim kafamızdaki suya sabuna dokunmayan Ermeni, Rum imgesi değil olan. Benim bir dayım vardı. Tophane'de nakliyeciydi. Hristo'ydu adı. Yaşar diyorlardı. Eve geldiğinde polis arabası geliyor mu diye bana camdan baktırıyordu. Bugün dayım yaşasaydı bu kadar küfür edemezlerdi bana, hepsini döverdi falan diyebileceğim bir dayı o benim için.
- Kilise hayatınızda nasıl bir yere sahipti?
Kilise çok az vardı. Fakat şu ilginçti, ben ilkokuldan sonra ortaokul ve liseyi Katolik Ermeni okulu olan Mıhitaryan'da okudum. Az da olsa Katolik Ermeniler de var. Bizim için çok önemli değildi hangi kilise olduğu. Kilise, mezhepsel ayrımlar falan hiç umurumuzda olmayan aidiyetsizliklerdi. Bir eniştem bu konuda laf etmişti, 'Bizim Katolik okuluyla işimiz olur mu?' diye. Orada da çok şaşırmıştım mesela. O daralmış kimlikleri büyüdükçe öğrendim. Küçükken çok daha genişti her şey. Katolik okulunda okuduğum için, okulun külliyesinde kilise vardı. İlkokulda da vardı gerçi. Hep öyledir bizim okullarımız. Sınav öncesi gider mum yakarsın ki iyi geçsin. Çalışmamışsındır ama yine de 2 lira verip mum yakınca olacak zannedersin. Katolik okulu hayatıma kilisenin girmesine yol açtığı dönemlerdi. Sonradan da Mutafyan'ın çıkışıyla, daha Patrik olmadan önceki, Mesrob Mutafyan'ın ruhban olarak ilk çıktığı dönemler bir sürü gencin hayatında heyecan yaratmıştır, onları etkilemiştir. Vaazları Türkçe vermiştir, gençlerle iletişim kurmuştur. O dönemlerde kilise ile biraz daha yakınlaştığımı hatırlıyorum. Mesela mayıs duaları vardı. Katoliktir bu tören. Mayıs ayı boyunca her akşam Meryem Ana için dualar edilir. Koroya falan giderdik ama bizim oraya büyük ihtimalle kızları görmek için gittiğimiz zamanlar da oldu ya da korodan Beşiktaş tribünü gibi sesler çıkarıp yaka paça atıldığımız zamanlar da oldu. Kilise hayatımda manevi anlamda kısa bir dönem yer tutmuş olabilir. Ama onun dışında bir sosyalleşme alanı diye düşün. Bir de şöyle düşün; Ermeniler sosyalleşmeyi kendi içlerinde devam ettirebilmek için bir takım mekanizmalar kurmuşlardı. Aslında kiliseden çok dernekler önemliydi. Okullardan yetişenler dernekleri. Bunlardan da çok fazla vardı. O zamanlar diskolar vardı. Biz derneklerde parti yapardık. Hepimiz ergenliğimizin bir çok duygusunu oralarda yaşadık. Kızların daha çok çıkmaya, hatta içki içmeye izni olurdu. Ama o hep dışarıdan insanlar, 'Türkler' gelince bozulabilen, kapıda serseriler beklediği zaman bütün duygusunun bozulduğu dönemlerle devam eden bir durumdu.
- Cemaat olmanın mekanizmaları mıydı?
Evet, kurumsal mekanizmalarıydı. Orada futbol turnuvaları, tiyatrolar falan olur. Hâlâ mesela bir sürü amatör tiyatro var. Kimin söylediğini hatırlamıyorum ama bir Ermeni dernek tiyatrocusu '40 yıllık amatör tiyatrocuyum' diye güzel bir laf söylemişti. Oradaki tiyatrocular Türkiye'nin bir çok kalantor tiyatrocuları tarafından tanınan, bilinen insanlardı. Genco Erkal'lar falan ilk oyunlarının provalarını bizim derneğin tiyatro salonlarında yapmışlardır. O bir kuşaktır. Ama bizimkilerin hepsi buralarda kalmıştır. O da bir sosyalleşme alanıydı. Masa tenisi, futbol, basketbol turnuvaları da öyleydi. Yapılabilecek ne varsa yapılmıştır orada. Tabii bir süre sonra benim 20 yaş altı ilk gençliğimle beraber onlar da demode olmaya başladı. Başka şeyler, başka enstrümanlar İstanbul'un gelişimiyle beraber hayatımıza girdi. Şu anda çok aktif olmayan ama hâlâ tiyatro yapılan, futbol oynanılan yerler var.
- Sen Ermeniliğin dışına üniversitede mi çıktın?
Algı olarak Ermeniliğin dışına çıkmakla fiili olarak çıkmak arasında bir fark var. Mesela şu anda 70 yaşında olup da Ermeniliğin dışına çıkmamış 60 bin kişinin 59 bini var zaten. Ben onun dışına algı olarak politize olmaya başladığım dönemlerde, 17 yaşımda falan çıkmaya başladım.
- Bu nasıl gerçekleşti peki?
Solcu oldum. Uraz'ın adını anmam lazım. Utku Uraz Aydın, çok önemlidir benim hayatımda. Şimdi Marmara Üniversitesi'nde akademisyen. Biz adadaki arkadaşlar için Uraz, 12 Eylül’de kaçmak zorunda kalmış bir ailenin gittiklerinde 4-5 yaşlarında ve geri döndüklerinde 14-15 yaşlarında olan bir çocuk. Fransa'da yaşamak zorunda kalmış bir çocuk. Fakat adalılar. Uraz, Murat Kaspar gibi, benimle aynı dönemden olan ama benden başka koşullarda politize olmuş, kalabalık bir grup içerisinde bir grup insan, o grupta olmaktan çok memnun olmakla beraber başka bir akıl yürütmeye başladı. Bu, 14-15 yaşlarımızda başlayan ve 18'imize geldiğimizde 'Biz sosyalistiz!' diye ortaya çıktığımız bir dönem. O arkaik duygumla bile adadaki en heterojen grup bizdik. Ermeni falan kalmamıştı! Politik olarak da Ermenilik'ten vazgeçmem 18'li yaşlardadır. Çünkü Ermenilik ister istemez aynı zamanda da politik bir kimlik. Devlet öyle istediği için.
- Bu politize olmuş halle beraber senin için üniversite hayatı nasıldı? Sosyalist bir Ermeni olarak üniversiteye adım atıyorsun...
Öyle bir hale geldim ki benim 'Tamam ben oldum artık ve mücadeleye başlamalıyım!' dönemimde ben üniversiteye başladım. Üniversite de İstanbul Edebiyat, Tarih bölümüydü. 94'te girdim üniversiteye ki Özgür Gündem yeni bombalanmış, ortalık karışık, faili meçhuller başlamış, İslamcı hareketlerle asker arasındaki çatışmalar yavaş yavaş baş göstermeye başlamış... Oldukça karışık bir dönemdi. Özellikle İstanbul Edebiyat fakültesi faşistlerin elinde bir fakülteydi. Diğer yandan 92'de babam öldü. Matbaacılık mesleğini de annem götürüyordu. Babamın rahatsızlığı döneminde annem götürmeye başlamıştı işleri. O zor dönemlerde annem Rum şivesiyle inanılmaz bir ticaret kadını olarak bizi zengin etmeyen ama çok kötü sonuçlardan kurtaracak bir çaba gösterdi. Rum şiveli bir ev kadınıyken o zor şartlarda işin başına geçti ve o işi başardı. O zaman şöyle bir şey oldu. Üniversiteyi de çok sevmedim ben. Beyazıt'ı, gidiş gelişleri, vs... Annem bana 'Oğlum acaba tarih bitirince oradan yapacağın meslek senin hayatını idame ettirmeye yetecek mi?' diye sordu. Çünkü bir Ermeni tarihçi ne işe yarar Türkiye'de bilmiyorum. Alanında uzmanlaşarak kendini belki akademide kabul ettirebilirsin ama...
- Ya da gidersin; mi?
Ya da gidersin ama benim için hiçbir zaman gidecek hiçbir yer yok. 'Acaba dükkana mı dönsen. Ben de bu yaşta belli bir yere kadar ilerleyebilirim.' falan deyince ben de üniversitenin kokusunu, duygusunu sevmediğim için 'Peki!' dedim ve üniversiteyi 96'da bıraktım. Ve o zaman bir an önce askere gidip geleyim de işime gücüme bakayım kararı aldım. Bildiğin, 20 yaşında gidip 18 ay askerlik yapan jenerasyonlardanım.
- O nasıl bir dönemdi senin için?
Tunceli'de Türkiye'deki ilk intihar saldırısı yapıldı. İstiklal Marşı okunurken hamile kılığında bir kadın tören alanına girip, kendini patlatıp sekiz askeri öldürdü. Bunların sekizi de bandocuydu. Ben de Çanakkale'de acemi birliğine gittikten sonra bandoya, orkestraya girersem Harbiye Orduevi'nde yaparım zannederek salak gibi her tarafa el kaldırdığım için, ki jandarma bandosu öyle bir şey değilmiş... Van'da var, Dersim'de var falan. Bildiğin orada öldürülenlerin yerine apar topar gönderilen bandocular olduk. Ama tabi ki bandocu gibi bir askerlik olmadı tabi.
- Okulun kapısındaki asker nasıl bir imgeye dönüştü? Belki öncesinde dönüşmüştür zaten de askerde militarizmle yüz yüze gelişin nasıldı?
Askerlik korkunç bir şey. Bunun Ermenisi, Türkü, Japonuyla ilgisi yok. Zorunlu askerlik denilen şey ilk gittiğimde şu hissi vermişti bana; filmlerde izlenen Nazi kampları. Aşağı yukarı öyle bir yerde hayata başlıyorsun ve şunu dedim ben: Nasıl uyarmazlar beni? O kadar askerlik yapan insan... Bu kadar vahşet olamaz. Sağ çıkamayacağım buradan ben. Askerlik yapmış bu kadar kişiden hiçbirisi neden bunu bana bu açıklıkla anlatmadı?
Ama şimdi bunun farkındayım tabii. Ben de askere giden insanlara bunları anlatmıyorum artık. Çünkü bittikten sonra o süreç normalleşiyor. Geldiğin zaman da unutuluyor oradaki vahşet, özellikle ilk karşılaştığın vahşet. Korkunç bir şey! Ama ister istemez savaş döneminde Kürdistan'da olmak biraz daha zordu. Çok fazla insan öldü etrafımızda. Yüz yüze konuştuğumuz insanlar öldü, bir sürü bombalar patladı ve geldiğimde hafif arıza geldim. Siyaseten de şuurumu kaybetmiş geldim. Solcu arkadaşlarıma, Uraz'a 'Kadeşim o da bizim askerimiz, polisimiz.' dediğimi hatırlıyorum. Neredeyse devlet erkini bile savunduğum zamanlar oldu. Detaylara boğmak istemiyorum askerliği, korkunç bir şeydi. Ama gelir gelmez ilginç bir şey oldu. Nadire Mater'in Memet'in Kitabı diye bir projesi vardı. Masis Kürkçügil, o zaman bir ÖDP yemeğinde - o zamanlar ÖDP'ye daha yakındık hepimiz, ama hiç ÖDP'li olmadım ben - beni Nadire ile tanıştırdı ve 22 yaşımdayken Memet'in kitabındaki askerlerden birisi oldum ben. İlginç bir örnektim tabii. Önemli bir kitaptı. Daha önce Amerika'da yapılmış bir çalışma. İçinde değişik kesimlerden savaşta bulunmuş kişilerin hikâyeleri vardı. İçinde milliyetçiler de vardı, Kürtler de vardı. Ben askerlik özetindeki hastalıklı halimi okuduğum zaman kitaptan görüyorum. Benim için o zaman çok onore ediciydi. Kitabın Radikal'deki tanıtımında içeriden bir cümle seçmişlerdi. Mesela o bendendi. 'Hiç kimse bana Ahmet'in ölümünü açıklayamaz, ne onlar ne bunlar. Çünkü o çocuk benim gözümün önünde öldü.' diye anlattığım bir cümleydi. Ve şimdi siyaseten baktığımda iyi gelen şeylerden bir tanesi kitabın toplatılma sebeplerinden biri olabilmesi. Özellikle 7-8 askerin anlattıkları rahatsız ediciydi. O zaman kitap olay olmuştu. O kitap bana politik olarak tekrar işe yaramış olmanın verdiği bir duyguyla politik olarak tedavi olma sürecime katkı sunmuş olabilir.
- Askerliğin 'adam edilme' yeri olarak erkeklerin hayatına konumlandırılmasının sende etkisi nasıl oldu?
Ben erkeklikle ilgili olabilecek bütün yönleri edinmiş, sonra bunlarla mücadele etmiş ve öldürebildiğim kadar öldürmüş bir insanım. Ama hem içine doğduğum o aile yapısında üç abla ve bir anneyle büyümenin getirdiği o erkek halleri; bana yemek getirin, bana sandviç getirin vs. Olabilecek bir çok erkeklik halini yaşamış biriyim. Daha köşeli, raconlu erkek olmak, kavga etmek, erkek-kadın ilişkisinde erkek durmak falan gibi akla gelebilecek her türlüsünü yaşamışımdır. Bir sürü arkadaşımın da katkısıyla bunların hepsine dair bir şeyler öğrendim. Siyaseten kendini darp etmeye başladığın zaman etrafında donattığın kabilen de ona göre şekilleniyor. Buradan da Kürtlüğü, Kürt halkının mücadelesini, Alevileri, kadınları, feministleri, yeşilleri; kim varsa hayatında daha çok tanıyorsun ve öğreniyorsun. Eğer bu konuda da kendini böyle tarif edeceğin bir etik duruşun varsa bunları duyuyorsun ve hayatına katmaya başlıyorsun. O zaman da dilin, jargonun, hareketlerin de gelişiyor işte. Bu anlamda askerlik benim erkekliğime çok bir şey katmadı. Politik ve insani olarak çok yıprandım. 18 ay çok uzun, iki yılbaşı gördüm ben orada.
- Tarihsel olanla yüzleşme hikâyen nasıl başladı?
Bizim, 16-17 yaşında ergen çocuklar olarak kucağımızda bulduğumuz şey soykırımdı. Bu çok ağır bir şeydi.
- Konuşulur muydu?
Evde konuşulmazdı, o yüzden 16-17 yaşımızda kucağımızda bulduk. Kendimiz bulduk. Herkes buluyor bir süre sonra ama o bulduğu şeyle nasıl yaşadığı çok ilgili. Bizim dönemimizin bir başka avantajı ya da dezavantajı da askerlik sonrası, 20'li yaşlardan 30'a doğru gittiğimiz, 90'ların ikinci yarısındaki süreci konuşacak olursak, o dönemde Aras Yayıncılık vardı. Artık Agos ve Hrant Dink vardı. Mutafyan Patrikti. Ve Ermeni toplumunda çok az jenerasyona nasip olacak şekilde bir hareketlenmenin olduğu ve büyük toplumla ilişki kurduğu, kendi dertlerinin büyük toplumun dertleri olduğuna, büyük toplumu da ikna etmeye başladığı, büyük toplumun bir kesiminin buna ikna olduğu fakat devletle mücadele etmeye başladığı falan bir dönemdi. Bu anlamda benim hayatımda, kendi adıma şöyle şeyler oldu. 2002 yılıydı sanırım. Yaşam Radyo diye bir radyo kurulmuştu ve benden Ermeniler üzerine bir program yapmamı istemişlerdi. Ben de gözüm kapalı kabul etmiştim. Çünkü şu meziyetim hep vardı benim; sınavlara yetecek kadar ders çalışırdım ve ortalama öğrencilerdendim ama kompozisyonum hep 10'du mesela. Yani kendi derdimi, duygumu yazıyla da konuşarak da ifade etmeyi başarabilen bir halim vardı. Hareketli bir ailede büyüdüm ben. Biraz vardır bizim cenahta böyle aileler. Rumlarda daha çoktur. Bu 'piçlik' hali benim oradaki Ermeni olmamın getirdiği içine kapanma gerekliliği haliyle çatışınca 'piçlik' kazandı. Bu kadar ağır mevzuların, soykırımın falan konuşulduğu yerde dahil benim çok işime yaradı. Ve ben hiçbir kavgayı artık gülümsemeden bitiremiyorum. Çünkü artık öbür türlüsü çok komik geliyor. Şöyle düşün. Bir Ermeninin, özelikle Dink cinayeti sonrasında veya bir sürü zor dönemlerin yaşattığı yerlerde buradan çıkması kolay değil. İster istemez bunların altında kalan kocaman bir toplum var. Niye çıkmıyorlar diye onları eleştirmek için değil, onların halini anlamak için söylüyorum. Darwinci bakmak lazım. Kutuba götürüyorsun hayvanı ve bir süre sonra kürkü beyazlıyor mesela ya da yeni bir organı çıkıyor. Ben Türkiye'nin o dönemlerinde bu hayattan başarıyla çıkmış olmanın bende bir organ daha geliştirdiğini, mutasyona uğradığımı düşünüyorum. Dolayısıyla artık benim için hiçbir şey korkulacak, çekinilecek bir şey değil. Herhangi bir radyo programında bir dinleyicinin bana bir şey demesinden hiçbir korkum yok mesela. Veya televizyon ya da milletvekilliğinden. Bu özgüvenin bana gelme hali beni çok mutlu etti. O çocukluktaki o askerden, o mahalledeki 'Hıristiyan olduğun için torunumun seninle oynamasını istemiyorum.' diyen kadından, bütün bunların toplamından ben 'Bunlar çok saçma ama!' diyerek çıktım. Bunların çok saçma olduğunu anladığın zaman artık o saçmalığa teslim olmak istemiyorsun. O saçmalığın altında kalarak yaşamak istemiyorsun. Şunu söylemek daha iyi bir fikir: 'Çok saçma lan bunlar! Hepiniz çok saçmalıyorsunuz. Niye öyle olsun ki?'
- Bu saçmalıkların yerine koyduğun şey ne oldu?
Hakikat. 'Öyle değil ki, böyle. Üstelik sen de insansın. Senin bunu anlaman lazım salak.' duygusu. İkna etme çabası artık, bir derdim var, insanlar beni anlasın falan gibi değil. Öyle olması gerekir zaten diye düşünüyorum. Ben bunu son zamanlarda, mesela 1915'i örnek verecek olursak, şöyle anlatıyorum. Sıradan bir insan bunu filmde izlese orada çoluk çocuğu süren iki jandarmayı tutmaz ki! Filmde bile bir şeyi tutarsın. O çocukla o kız evlensin, öbür kız gitsin istersin. İnsan aklı ve vicdanı böyle çalışır. Şimdi bunu böyle anlatmamak üzerine inşa edilmiş bütün resmi ideoloji bir saatten sonra çökmek zorundadır. Bunun için de çok fazla teoriye gerek yok. Çok sıradan bir şekilde çözmek zorundadır. Çünkü bu kötü, bu da iyidir. Bu kadar nettir benim gözümde! Mesela bana tembellik veriyor ama yarın gidip bir yerde bir şey anlatacağım zaman akşam bir şey okumadan, not almadan gidiyorum. Gerek yok çünkü hâlâ, o kadar duyguda ki bu konu. Ama bu benim biraz okuma mecburiyetimi engelliyor. Daha çok emek vermemi gerektirecek bir döneme ihtiyacım var benim hayatımda ama bu durum şimdilik yetiyor sınavdan beş almaya.
Radyo programına dönersek... Ona başladım. Bizim Ermenice yayın yapan Marmara gazetesi diye bir gazetemiz daha var. Marmara'nın Türkçe ekinde köşe yazmaya başladım. Bunları uzun süre devam ettirdim. Bir bölgesel radyo olmasına rağmen radyo programının ilginç sonuçları oldu. Diasporadan duyanlar çok şaşırdı, haberleşildi. Türkiye'den insanlarla ilişki kuruldu. O benim için güzel bir dönem, güzel bir maceraydı. Mutafyan ile bir şekilde bir arkadaşlık oluştu. O zaman da Hrant Dink ile Mutafyan arasında, birbirlerini çok seven insanlardı, bir çelişki vardı. Sivil ve dini temsiliyet üzerinden bir sıkıntı yaşanmaya başlandı.
- Hrant Dink’in öylesi bir sivil temsiliyet gücü var mıydı?
Vardı tabii. Bunun talibi olduğundan değil ama de facto durum buydu. İki tane güçlü karaktere sahip olmanın dezavantajını yaşamıştık. Belki de avantajını yaşamıştık ama ikisini de aynı gün kaybetmek fazla gelmişti. Çünkü Mutafyan'ın son aklı başındaki konuşması Hrant'ın cenazesindekiydi. Sonrasında bir beyin hastalığı nedeniyle sağlığını kaybetti. Mutafyan'la bu yakınlığım Hrant Ağabey'e biraz daha 'Patrikçi' gençlerden (öyle bir yapılanma vardı), olduğumu düşündürmüştü. Ben de 'Genç bir adamım, bu adam beni nasıl görmüyor?' diye çok kızmıştım. Fakat son dönemde Hrant Ağabey'in de, Mutafyan'ın da bir Ermenice radyo projesi vardı. Hrant Ağabey bu işi Mutafyan'ın yapmasının daha doğru olacağını düşünmüştü. Ben de Ermeni toplumunda tek radyo programcısı olarak burada görev alan bir kaç kişidendim. Çok uzun süre uğraşmış, hatta son noktalarına gelmiştik. En son Hrant Ağabey'le bununla ilgili yaptığımız bir toplantıda 'Sen artık niye yazmıyorsun? Hatta gel bizde yaz.' demişti. O benim ergen kızgınlıklarımın bittiği, artık barıştık dediğim andı. Onun dünyasında öyle miydi bilmiyorum. Onu da ne efsaneleştirerek, ne de küçülterek bir şey anlatmak istemiyorum. Benim hayatımda böyle bir karşılığı vardı. Ondan sonra da 2007 oldu işte! Radyo da gitti, Hrant da gitti...
- O gün senin için nasıl bir kırılma noktasıydı?
Ben her şey olacak zannediyordum. Bütün o gerçek vukuu bulacak, her şey iyi olacak, bu iş çoğalacak, barışılacak, tarihteki, benim çocukluğumdaki benzer şeyleri yaşatmış o algı değişecek zannediyordum. Annemle de bu yüzden kavga ediyorduk. Annem benim bu işlere girmemden hâlâ rahatsız. Ben televizyona çıktıktan sonra hâlâ 'annem seyretmemiştir umarım' diyorum. Ama yine annem haklı çıktı. Ben hep 6-7 eylül görmüş jenerasyon olarak annemin korkularının gerçek olduğunu, anlamak gerektiğini, kısmen haklı olduğunu ama artık bu dönemin o dönem olmadığını düşünüyordum. Ama Türkiye'de hâlâ o dönemmiş. Birincisi bu hayal kırıklığıydı. İkincisi de şu kabul geldi bana: bu bitmez! Hatta olacaksa bir daha da olacak. O zaman şunu göze aldırıyor insana; bunun olacağını bile bile davranmaya devam etmek. Bu da garip bir eşiğe getiriyor seni. Bir yerde tehdit aldığında ya da bir gazetede bir şey çıktığında, senin resmini bastıklarında ilk önce korkuyorsun, ondan sonra o da askerlik gibi normalleşiyor. Her şey olabilir ve olacaksa da olacak. Yapacak bir şey yok! Çok kızgınım hâlâ. O kızgınlık geçmedi.
- Kime kızgınsın?
Hrant cinayetine çok kızgınım. Her şeye kızgınım. Herkese kızgınım. Kendime de kızgınım. Önceden şu mümkündü mesela. Ben bir süre sonra bu işlerden vazgeçip, vardır ya bir tatil kasabasına yerleşme muhabbetleri, artık benim böyle bir şansım ortadan kalktı. Hayatımın son nefesine kadar bu mesele benim hayatımdaki önemli yerlerden birini dolduracak.
- Bütün bu yaşananlarla nasıl mücadele ediyorsun?
Bunlarla mücadele edilmez, bunlarla yaşanır. Bunların toplamı zaten benim. Bunlardan bir kısmı beni çok yordu, bir kısmı az yordu, bunlardan bir kısmını azaltayım, vs... Böyle bir şey yok ki hayatta. Ben üstelik bütün bunları seviyorum. Hepsi benim tercih ettiğim şeyler. Ben istediğim için başıma gelen şeyler. Bulunduğum alandaki şeyler beni rahatsız ediyor olsaydı oradan çıkıp başka bir alana giderdim zaten. Devleti gözüne kestiren özgüven kendi hayatındaki aksaklıkları gözüne kestirmene niye mani olsun? Bunlarla bir derdim yok benim. Bir rakı masasında bütün bunların toplamını anlatırken ölürüm gülmekten. Bütün bunlar, Ermeni olmak, Türkiye'de Ermeni olmak, çocuk olmak, mahallede olmak, askerde olmak, üniversitede olmak, siyasetin bir tarafında olmak... Bütün bunlar bana ait olan, benim yaptığım şeyler.
- Hayko büyük toplumda ne yapıyor? Böylesi bir toplumda olan bitenle nasıl başa çıkıyor ve neler yapıyorsun?
Tembellik büyük bir engel benim önümde. Hayatımı kazandığım bir mesleğim var. Çoğunlukla onu yapmak zorundayım. Aynı zamanda özel hayatımın gerekliliklerini yerine getirmek zorundayım. Ben televizyona çıkıp “Soykırım var” deyip, buraya gelip “Kartvizit lazım mı abi?” diyen paranoyak bir hayat yaşıyorum. Maddi ihtiyaçlarımı karşılamak için de bunu devam ettirmek zorundayım. Ama politik tarafa daha çok davranmak istediğim bir dönemdeyim. Bununla ilgili en son İMC Tv’de bir televizyon programına başladım. İmkan bulursam bir yerde yazmak da istiyorum. Dolayısıyla ben yavaş yavaş daha çok görünen, söz söyleyebilme imkanları bulmaya çalışan ve bu tarafta daha fazla davranmaya çalışan olmak istiyorum. Bunlarla ilgili daha fazla takip etmek, okumak, yazmak gibi ihtiyaçlarımın tavan yaptığı bir dönemdeyim. Şimdiye kadar bir sürü şey yapıyordum, şimdi bunu biraz daha arttırarak yapmak gibi bir niyetim var. Politik gündemle baş etme meselesiyle ilgili olarak son seçimlerde bu işin zirve yaptığı bir dönem yaşadım. Gerçekleşmeyen bir aday adaylığı söz konusuydu. O olmayınca sakin dünyama tekrar geri döndüm. Adaylık için söylemiyorum bunu, ama şimdi tekrar davranmak niyetim var. Bunun için de hangi mecralar varsa oralarda olmak derdindeyim. Türkiye’de hepimizin zaten özel günleri ve haftaları var, 24 Nisanlar gibi… Bütün bu geçmişin, birikmişlerin üzerine son toplam yapıp çektiğim şey, ukalaca olmasın ama, özgüven. Bu duygumla beni bu hale getirmiş bütün şartlara karşı borcum var. Mahallede bana öyle yapanla öbür taraftan Ermeni olduğum için bana fazladan bir şey yapanın arasındaki korelasyondaki toplamın beni getirdiği halden memnunum. Bu anlamda kendimden memnunum. Bunu harika bir adamım anlamında söylemiyorum. Bütün bunlar beni donattı. Beni her şeye hazır etti. O yüzden de o bilgiyle davranıyorum. Ticari mecburiyetler hariç beni yıpratan, korktuğum başka bir şey yok.
- Lükslerin, sıkıldığında kaçtığın, sana keyif veren – herkesin hayatında olan o birkaç şey vardır ya. Yürüyüş yapmak, sahile inip çay içip, kitap okumak vs. gibi – şeyler neler?
Benim tek yapamadığım şey yalnız kalmak. Evde beni bir saat yalnız bırakın sekizinci dakika televizyonu açıp, on dördüncü dakikada birilerini arayıp “N’apıyorsun?” demem lazım. Benim sevdiğim arkadaşlarım, sevdiğim insanlar, bir kabilem var hayatımda. Hayatımdaki tek kaçamağım şey onların duygusuna sığınmaktır, onların içinde olmaya devam etmektir. En mutlu olduğum anlar bütün o ticaret mecburiyetinin dışında, maskelerimi tamamen çıkarıp kendimce davranabildiğim anlar, sohbetler, sıradan hallerdir. Lüksüm budur benim. Benim lüksüm arkadaşlarım, sevdiklerim, ailem, onlar her kimse bunların hepsinin toplamıdır. Dolayısıyla ben zaten bir lüksün içinde yaşıyorum. Hatta bu lüksü o kadar çok yaşıyorum ki bu tarafı, mesleğimi, çok ihmal ediyorum. Hiçbir zaman tek başıma gideyim, bir şeyler yapayım istemiyorum. Askerden gelince yaptım. Tek başıma adaya gitmeye çalıştım, başıma gelenler kısa metraj film olur. Topu topu bir gece bildiğim, adama gidip geleceğim diye... Kış vakti, Şubat ayında indim, adada elektrik kesilmiş. Urazların evine gidecektim. Gittim kapı açılmıyor, şişmiş. Sırt çantamda sucuk, ufak rakı ve Ahmet Kaya kaseti var. Eve çıktım, soba çalışmıyor, ev soğuk. Kaseti koyamıyorum, elektrik yok. Biraz hızlı hızlı sucuk yiyip, rakı içip, midemi bulandırıp, 20 dakika sonra yatağa gidip uyumaya çalıştım. Korkunçtu! Ben böyle şeyler yapabilecek bir adam değilim. Benim çevremde Ercan olsun, Uraz olsun, ailem olsun, hep onların olduğu yerde yaşayayım yeter bana.
Şapgir'de bu hafta;