İngiltere'de yaptığı doktora için araştırmasını Türkiye ve Ermenistan'da sürdüren ve aslında hiçbir tarafa ait olmayan Salim Aykut Öztürk, araştırma sırasında yaşadıklarını, edindiği deneyimleri birkaç yazıyla şapgir'le paylaşacak. Bu ilk yazıda, Aykut, neden bu alanda çalışmak istediğini ve ilk etapta yaşadıklarını anlatıyor ve bir yandan da, kendisinin bu dünyanın neresinde var olduğunu sorguluyor.
Salim Aykut Öztürk
s.aykutozturk@gmail.com
YEREVAN’DA BİR GECE
Yerevan’ın hemen dışında, bir arkadaşımın evinin bahçesinde bir yemek sofrasında oturuyoruz. Ev sahiplerimiz mimar ve opera sanatçısı evli bir çift. Masadaki tartışma konusu ise Ermenistan’daki insan hakları ihlalleri ve protestolara katılımın çoğu zaman 50 – 100 kişiyi geçmemesi. Yanıma, masamıza sonradan katılan ve tanımadığım bir kişi oturuyor. Diğer tarafta oturan iki arkadaşım kulağıma fısıldıyor: STK’cıymış ve projeden projeye koşuyormuş!
Tartışmanın ortasında bir anlık sessizlik oluyor. Bana yöneliyor. Ve sormaya başlıyor:
- Hmm. Demek İstanbullu Ermenisin.
- Yoo. Yok değilim.
- Nerdensin peki?
- İstanbul
- Ama.. Ermenisin değil mi?
- Yok Ermeni değilim.
- Haa… Kürtsün o zaman.
- Yok Kürt de değilim.
- O zaman yarı Ermenisin.
- Yok yarı Ermeni de değilim.
- Yarı Kürt bile mi değilsin?
- Hayır. Yarı Kürt bile değilim.
- E neden o zaman Ermenice konuşuyorsun?
Ben bu soruya kendisini tatmin edici bir cevap veremedim. Cevabım şuyum buyum deyip konuşmayı sonlandıracak kadar kısa olmadığından beni dinlemedi, gecenin sonuna kadar da bir daha benle ilgilenmedi.
Sizlere sözünü ettiğim bu geceden aklımda – aşağı yukarı – iki şey kaldı: Birincisi, aramızdaki konuşmayı duyan arkadaşların konuyu çok incelikle siyasi hayatlarımızın STK’laşmasına bağlamaları. Elbette ki eleştiriler – ya da kendisi hiç duyamadığı için dedikodular mı demeli – “masadaki konuğu” rahatsız ettiği gerekçesi ile yöneltilmedi kendisine. Ama tahmin edersiniz ki demokratikleşmenin, komşularla ilişkilerin ve sivil toplum inşasının konuşulduğu bir gecede, masaya oturduğu anda ülkenin geleceği olarak tanıtılan – nedense bir tek o böyle tanıtıldı, yoksa masadaki hiç kimse “gelecek” olamayacak kadar yaşlı değildi – bir STK insanının Türk olduğum için benle konuşmayı pat diye kesmesi masanın çoğunluğu tarafından bir tesadüften fazla olarak yorumlandı.
Aklımda kalan ikinci şey ise daha genel bir şey, hem bir gözlem hem de bir hissiyat. Ve de neden Ermenice konuşmak istediğimin ve bu dili neden öğrenmeye karar vermiş olduğumun kısa bir cevabı olmaması ile de yakından alakalı. Aile tarihimizde benim de garipsediğim eksiklikler olsa da kendimi – ya da ailemi – keşfediş ye yeniden kurgulayış hikâyem yok benim. Londra Üniversitesi’ne bağlı Doğu ve Afrika Çalışmaları Okulu’nda (SOAS) yüksek lisans eğitimi görürken birbirini takip eden çeşitli tesadüfler sonunda Ermeniceyi öğrenmeye karar verdim. Ancak, öğrenmeye başladıktan sonra dil beni kendi dünyasının içine çekti ve doktora yapmaya itti. Kısacası beni tanıyan pek çok insanın düşündüğünün tersine, doktora yaptığım için Ermenice öğrenmedim, Ermenice öğrendiğim için doktora yapmaya karar verdim. Hikâyem, anlatması bu kadar uzun, ama aynı anda bir o kadar da basit. Ermeniyim – ya da Türk dışında başka bir şeyim – deyiversem tam tersine hikâyem kısalacak, ama belki tarihsel karmaşıklıklar kazanacak, ama maalesef (!) mümkün değil.
YERLİ ve YERLİ OLMAYAN İKİLEMİ
Yukarıda sözünü ettiğim bu türden sorularla bütün hayatımız boyunca hepimiz karşılaşıyoruz. Ben de elbette ki uzun zaman üzerine kafa yordum. Ermenistan – Türkiye arası gidip gelirken arkadaşlarla ve araştırmam için görüşme yapabileceğim çeşitli insanlarla tanıştım. Hepsine ama hepsine kısa bir zaman diliminde verilebilecek bir cevabım olmalıydı. Yaklaşık üç senedir düşünüyorum, ama o tatmin edici kısa cevap ile kimsenin karşısına henüz çıkamadım. Zaten artık kanıksadığım bu ikilem, benim için bir halet-i ruhiyeden çok bilinçli bir duruş haline geldi. Evet, buyum şuyum oyum gibi meşru/aranılan/istenilen cevabımın olmayışı kendimi insanların kafasını karıştırmak için görevlendirilmiş biri olarak görmeme neden oldu.
Maalesef çoğu zaman hayat, sivil toplum hayatı, akademik hayat, sıradan hayat ya da gündelik hayat diye birbirinden bağımsız alt birimlere öyle kolay bölünemiyor. Her zaman merak etmişimdir, doktoraya başvurumu ilk yaparken Türkiye’deki Ermenistanlılar değil de Doğu Afrika üzerine bir proje sunsaydım Türkiye’den biri olarak programa kabul edilme şansım ne kadar olurdu? Çok olmazdı, çünkü Batı Avrupalı ya da Kuzey Amerikalı bir öğrenciye nazaran Doğu Afrika’yı anlama ve anlatma çabam meşru görülmezdi. Bu bakış açısına göre ben ancak ve ancak kendi “bilebileceğim” meseleleri “öğrenmeli” ve anlatmalıyım. Ben yerel olanım, ve yerel olan ancak kendi yerelini bilebilir. Küresel olan ise her yeri anlayabilir ve anlatabilir.
Halbuki antropoloji dünyası neredeyse yirmi yılı aşkın bir süredir kendi yaşadıkları ülkeler hakkında araştırmalar yapan antropologların da bu yerel olanlar (3. dünyalılar) ve yerel olmayanlar (Amerikalı ve Avrupalılar) karşıtlığına ne kadar oturduğunu irdelemekteler. Kendi “küçücük” yerel dünyalarında araştırmalarını sürdüren yerli antropologların hiç mi geçemediği sınırlar, anlaşılma sorunları ve en önemlisi dünyanın başka yerlerinde meydana gelen olayları anlama ihtimalleri bulunmaz? Bence burada aklımıza gelmesi gereken cevap az-çok belli.
Ben klasik yani erken 20. yy antropolojisinin yol açtığı şematik yerel antropolog ve yerel-olmayan antropolog ikileminde ortada bir yerde duruyorum. Bunun nedeni benim kişisel özelliklerimden ziyade, kendimin bilhassa bu ikilemi yıkmak için araştırmamı Türkiye-Ermenistan sınırının öte yanına taşımamda yatıyor. Böylelikle, sınırın bu yanında kendi alanında sırf “yerli” olduğu için kendi yerelindeki Ermenileri meşru bir şekilde anlayabilecek ve anlatabilecek bir sosyal bilimci olarak yaftalanıp (kurtulmaktansa!) “yerlisi olmadığım” bir dünyayı da araştırıyor gibi görünüyorum. Ama benim için bu görüntünün hiçbir anlamı yok.
SONUÇ: YÖNTEM OLARAK GEZİNTİ ve TESEDÜF
Doktoraya başladığımdan beri izleyegeldiğim en güvenilir yöntem gezinti ve tesadüf oldu. Ben artık bu tesadüflerin ve gezintilerin bana sağladığı bilgiyi zamanı gelince tez jürime ya da diğer okuyucularıma aktarmakla sorumluyum. Yani hem kendime “bilebileceklerimizin elbette bir sınırı var” diye hatırlatıyorum, hem de tesadüfi değil ama tesadüfler sayesinde – yani çoğunlukla araya kimseyi sokmadan, kimseden bir şey rica edemeden – yapmış olduğum araştırmamı nihayetlendirirken söyleyebileceğim başka bir sözümün olmadığını da artık kabul ediyorum.
Ancak araştırmama yeni başladığımda pek çok insandan yardım istemiştim. Bunlar genelde günümüz Türkiyesi’nde ve Ermenistanı’nda yaşayan genç Ermeni gazeteciler ve araştırmacılardı. Attığım her e-postayı dikkatle okuduklarından eminim. Çünkü çoğu kez yazdıklarıma cevap da aldım. (Hiçbir cevap alamadığım zamanlar da oldu ancak bunlar okuduğunuz bu yazıyı pek ilginç kılmayacaktır). Ancak hiçbir zaman bu cevap veren insanlarla görüşemedim. Hepsi ya hasta oldular ya da çok meşgullerdi. İlginç olan beni kırmayıp cevap veren bu insanların, gene aynı nezaket çerçevesinde benle görüşmemiş olmalarıdır.
Tanıdıklar olmadan yapıverdiğim bu Ermeni “mekanları”na (siz bunu ister saha çalışması yaptığım şehirler, mahalleler, sokaklar olarak ister entelektüel dünyada sınırlarını geçmeye yeltenmedikçe varlığından dahi haberdar olmayacağınız bir düşünsel alan olarak algılayın) giriverme teşebbüsümde hayal kırıklığına uğramış değilim. Bir araştırmacının tanıdık olmadan gözlemleyebileceği ve edinebileceği bilgi konusunda da kesinlikle tatmin oldum. Bu saatten sonra bu birbirini aşağı yukarı tekrar eden nezaketli cevapların tesadüf olup olmadığı hakkında elbette ki kafa yormuyorum. Şimdi geriye dönüp baktığımda ise sadece bir merak kalıyor içimde. Çünkü inanıyorum ki bana bu dünyada 'neden Ermenice öğreniyorsun' sorusunu cevaplatmayacak olan, ya da Kenya’da araştırma yapmamı meşru kılmayacak olan, ve yahut araya asla bir tanıdık sokamayacak olmam esasında hep aynı soruya işaret ediyor: Ermenistan’da dost sohbetinde yeteri kadar yerel (Ermeni ya da Kürt) (Türk olmayan her şey), Londra’daki bölüm binamızda yeteri kadar dünyalı/küresel (yani her şeyi anlayacak ve anlatacak kudrette olan Batı Avrupalı ya da Kuzey Avrupalı) ve ne Türkiye’de ne de Ermenistan’da Ermeni entelektüeller tarafından Ermeni meselelerini anlayacak kadar Ermeni (yerel) ya da aydınlanmış (siz bunu küresel olarak ya da daha da ileri giderek “Türk olmayan” olarak okuyun) olamayan ben bu dünyada cidden nerede var oluyorum?
Bu sorunun elbette ki pek çok cevabı var. Gelecek yazılarda bunu sizlerin önünde tartışmaya devam edeceğim.
Şapgir'de bu hafta;