ABD Başkanlık seçimi için kampanya tüm hızıyla sürüyor. Ancak yoğun siyasi kampanyaların abartılı retoriği, adayın görev başındaki tavrının kesin göstergesi sayılmaz. Obama ve Romney’nin Orta Doğu konusundaki en temel farkları neler? Seçimden sonraki 4 yıl için olası tahminler…
Rana B. Khoury-Michael C. Hudson*
Eğer ABD’deki başkanlık yarışını takip etmeye geç başladıysanız, adayların dış politika hakkındaki görüşlerini kaçırmış olmaktan mustarip olabilirsiniz. Amerika hâlâ tarihinin en uzun savaşını veriyor, Doğu’da küresel bir iktidar değişimine şahitlik ediyor, Euro bölgesinin eli kulağında çöküşüne karşı açıkça çaresiz, tarihin en yüksek emtia fiyatlarını ödüyor ve Orta Doğu’daki dönüşüme karşı bekleme modunda duruyor. Hem Cumhuriyetçi, hem de Demokrat kongreler de, yukarıda sıralananlar ve daha fazlası, tek bir kavram karşısında çok fazla şey ifade etmedi: ABD Ekonomisi. Yine de, özellikle Amerikan hegemonyasını zorlayan küresel ortam ve sadece petrolüyle değil, yaşadığı sarsıcı sosyal ve politik değişimlerle Orta Doğu siyasası çerçevesinde dış politikanın da önem arz ettiği söylenebilir.
Orta Doğu göz önüne alındığında hangi partinin kazanacağı fark yaratıyor mu? Demokratlar ve Cumhuriyetçiler, aktif bir şekilde en büyük ‘İsrail taraftarı’ olabilmek için yarışıyorlar. Her iki parti de, İslamcı terörizmle savaşmak konusunda kararlı ve İran’ın nükleer isteklerine karşı aynı sert tavrı takınıyor. Her ne kadar Mitt Romney, kongre boyunca bu konudan bahsetmekten kaçınsa da, her ikisi de Afganistan’daki “birliklerimize destek” düşüncesinde. Arap isyanları konusunda, Cumhuriyetçiler de, Demokratlar da, aynı özgürlükten yana olan ideal retoriği üretiyorlar. Gene de, görünenin arkasında farklar bulunuyor.
Obama: Arkadaki lider mi?
Başkan Obama, ilk seçildiğinde, daha büyük bir Orta Doğu için hararetli bir başlangıç yapmıştı, fakat ateşi çabuk söndü ve stratejik odağını Asya’daki dayanaklarına ve Çin’i çevreleme politikasına kaydırdı. Yeniden seçilmek istediğinden, bu bölgeyi arka plana attı, hatta belki de toptan unuttu. Filistin’de incindi, İran’da afalladı, Afganistan ve Pakistan’da hayal kırıklığına uğradı ve Arap Baharı’nda aklı karıştı. Fakat kim onu bunlarla suçlayabilir ki?
Demokratların, kongrelerinde, kayda geçen üç başarısıyla hücuma geçtiklerinden eminiz: Usame bin Ladin’in ele geçirilmesi ve öldürülmesi, Irak’tan ABD güçlerinin çekilmesi ve yaklaşan Afganistan’dan çekilme hamlesi. Başkan Yardımcısı Joe Biden, şu cazip sloganıyla salonu inletti: “Bin Ladin öldü ama General Motors ayakta.”
Fakat bununla birlikte, Orta Doğu dolabı bir hayli boş. Obama koltuğu devraldığında, Filistin-İsrail anlaşmazlığının Gordion düğümünü kesmeye ve ABD’nin Müslüman dünyada yıpranan imajını restore etmeye kararlıydı. Fakat İsrail’i yerleşim inşa etmeyi durdurmasına yönelik yaptığı çağrıyla, bu eski meseleye biraz denge getirme çabaları, çok güçlü İsrail lobisi sayesinde, ABD Kongresi’ndeki hemen hemen tüm muhalifleri harekete geçirmeyi başaran İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu tarafından baltalandı.
Bu gücün son örneği, Demokratlara ait platformlarda, bizzat Obama’nın emriyle, garip “İsrail’in başkenti Kudüs’tür” laflarının yeniden tedavüle sokulmasıydı. Hem de Demokratların ve Cumhuriyetçilerin, bu durumu, tarafların [İsrail ve Filistin] müzakere edeceği nihai statü konusu olarak kabul ettiklerine dair uzun kayıtların varlığına rağmen…
Obama’nın Müslüman dünyaya açılma çabasına gelince, Haziran 2009’da Kahire Üniversitesi’ndeki güçlü bir konuşmayla açılan bu girişim, Müslüman kamuoyunun Filistin konusunda Obama’nın geri çekilmesine duyduğu nefret ve insansız hava araçlarının masum sivillere karşı saldırılarının sebep olduğu “sivil zayiat”tan doğan öfkeyle sökün etti. İlk üç yılında, Obama en az 239 gizli saldırıya izin verdi, George W. Bush’un iki döneminde ise sadece 44 saldırıya izin verilmişti. Bu tür zayiatlar, Pakistan’la diplomatik ilişkilere kadar uzandı ve yaralar daha da derinleşiyor. Fakat El Kaide’ye karşı hassas askeri saldırıların artmasıyla birleşen birliklerin bölgeden geri çekilmesi ve diplomatik çabalar, genel olarak bölgeden taktiksel ve stratejik bir kaçışı işaret ediyor.
İran konusunda ise Obama ilk önce Başkan Ahmedinejad’a karşı uzlaşmacı bir tavır sergiledi ve bu tavra karşılık bulamadığında, kısmen Cumhuriyetçilerin onu “yumuşaklık”la suçlamalarına karşı, bir şahine dönüştü. Şu anda, ABD seçimlerine haftalar kalmışken, İran’ın nükleer ve askeri imkanlarının artışından dolayı bir İsrail saldırısı olasılığı zuhur ettiğinde, içerden gelen baskı sonucu, bölge savaşına dönüşebilecek bir işin öncüsü olma riskini aldı.
Son olarak, ustalık isteyen Arap ayaklanmaları var karşımızda. ABD, nasıl bazı diktatörler Amerikan çıkarlarının gözetilmesine yardım ederken, gözden düşen diktatörlere karşı popüler ayaklanmaları destekleyerek, “tarihin doğru tarafında” mı yer alacak? Bu noktada, Başkan, Tunus ve Mısır’a gecikmiş desteğini sunarak, Yemen’deki karışık durum karşısında duraksayarak, popüler isyanın Bahreyn monarşisinin baskısına yönelen eleştirileri saptırarak (Suudi Arabistan’ın tavrına riayet ederek) ve sadece İslamcı radikallerin de yer aldığı bölünmüş muhalefete kısıtlı destek vererek, Suriye iç savaşa sürüklenirken, nefesini tutarak, pragmatizmle idealizmi birleştirmeye çalışmıştı. Fakat belki de, Obama’nın Orta Doğu’ya karşı yaklaşımını en iyi gösteren örnek, Libya’dır. Muammer Kaddafi’ye karşı NATO önderliğinde yürütülen kampanyada, ABD oynadığı kritik rolle, askeri ve stratejik amaçların yerine getirilmesini sağladı. Fakat bu, “arkadan destek vererek” ve hassasiyetle başarıldı, selefinin Arap dünyasının herhangi bir yerindeki rejimi etkilemek için kullandığı yoğun güç ve retorik yöntemleriyle değil…
O zaman, ikinci Obama yönetiminden ne bekleyebiliriz? Büyük hamleler, söz konusu olmayacak gibi görünüyor. Bölgesel anlaşmazlık yönetimi, derin problemlerin çözümünden önce gelecek. Eminiz ki, üçüncü dönem seçilemeyecek olan Obama, İsrail-Filstin sorununu çözüme kavuşturmak için politik bir heyecan gösterebilir, fakat büyük olasılıkla, tekrar yanmaktan çekinecektir. Önemli danışmanlarından Dennis Ross’un emekliliği ve Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’un görevden ayrılacak olmasıyla, muhtemelen Senatör John Kerry’nin Dışişler Bakanı olacağı, daha taze ve daha pragmatik bir dış politika ekibi yola devam edebilir. Ekonomik soruna, Asya’daki “dayanaklar”a ve gereksiz güvenlik harcamalarını azaltmaya verilen önceliklerle, Obama’nın giderek çoğalan ve çok taraflı yaklaşımlarda bulunacağını bekleyebiliriz.
Fakat aynısı, olası bir Romney yönetimi için söylenemez.
Romney: Neo-conların dönüşü mü?
Görünüşte, Cumhuriyetçilerin uluslararası bir cephe oluşturmak için önerebilecekleri şeyler çok az. Ne Mitt Romney’nin, ne de yardımcısı Paul Ryan’ın dış politika tecrübeleri var. (Romney’nin uluslararası hamlığının sonuçları, Temmuz boyunca yaptığı yurtdışı gezilerindeki davranışlarıyla ayrıntılı bir şekilde ortaya çıktı.) Eski Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice’ın bile “K-12 eğitimi krizi” hakkında, herhangi bir dış politika konusundan çok daha uzun bir konuşma yaptığı Cumhuriyetçilerin Ulusal Kongresi’nde bu eksiklik belirginleşti. Konuşması sırasında, John McCain, müthiş “küresel liderlikten çekilme” önerisini sundu. Yani diktatörlerin halklarını baskılamasına izin verilmeli, İsrail’in ağır talepleri yerine gelmeli ve Afganistan’dan birlikler çekilmelidir. Fakat McCain, farklı talepleri olan politikalara karşı çıkmadı. Aslında, bu muğlaklık, Romney’nin dış politikadaki tavrının göstergesi.
Obama’nın Orta Doğu’daki aleni yanlışları büyük ölçüde mahkum edilmesine rağmen, Romney’nin politikalarının, mevcut politikalardan esaslı bir farkı olacağına dair hiçbir işaret yok. Irak, Afganistan, Libya, İran ve Suriye’de, Romney, açık bir şekilde ihtiyaç duyulmasa da, daha güçlü bir askeri tavırdan yana.
Özellikle Irak ve Afganistan’da, Romney, birlikleri çekmenin hikmetini sorguluyor, fakat devam eden mevzilenmeyi desteklediğini de dile getirmiş değil. İran’da ise, aynı Obama gibi, yaptırımları, askeri seçeneğin kullanılabilirliğini ve Doğu Avrupa’daki füze kalkanı sisteminin tamamlanmasını destekliyor.
Libya’da askeri müdahaleden yanaydı, fakat “çekingen ve incelikli” dış politika kararları veren Obama’ya, Arap Birliği’yle veya BM’yle işbirliği yapmamasını önermişti. Suriye konusunda, Romney veya McCain’i dinleyen birisi, onları kafeslerinden kaçmış şahinler sanabilir. Fakat hayır, Mitt askeri müdahale istemiyor. Ama “onlar için post-Esad yönetimini şekillendirme zamanı geldiğinde”, muhalefetle işbirliği yapılması gerektiğini dile getirdi. Bu bir ayrılık sayılmaz.
Yukarıda belirtilen meselelerde yaptığı gibi, Romney haşin bir retorik kullanıyor ve Obama’dan daha sert bir dil ve ton tutturuyor. Bu, özellikle İsrail-Filistin meselesi söz konusu olduğunda tartışmasız bir gerçek. Bu konuda, Romney hiç utanmadan bir tarafı tutuyor ve müzakereler boyunca İsrail’den ödün beklediği için Obama’yı, “İsrail’i otobüsün altına itmek”le suçluyor. Romney’nin iki tarafın barış süreci hakkında takip edeceği bir yol haritası olduğuna dair herhangi bir iz yok. Savunma bütçesinin 2 trilyon dolar arttırılmasının dışında, Romney’nin kampanyası, dillendirilen can alıcı laflarla uyuşan siyasalardan yoksun.
Bu yüzden, belki de Romney yönetiminin dış politikasının nasıl olacağını görmek için, etrafını saran danışmanlarına bakmak daha iyi bir yol. Sayıları 40 veya daha fazla olan danışmanlarının, yüzde 70’i George W. Bush’la da çalışmış. Yüzde 20’si, Irak Savaşı’nın arkasındaki beyin olarak görülen neo-muhafazakar think-tank Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi tarafından hazırlanan belgelerde imzası var. Bu iki kümeye de tek danışmanı ise George W. Bush’un BM’deki yırtıcı elçisi John Bolton. Diğer neo-muhafazakar artıkları ise: Bush yönetimi altında yetkisiz telefon dinlemeleri gerçekleştiren eski Ulusal Güvenlik Kurumu (NSA) Başkanı Michael Hayden, Bush’un asılsız Irak’ın Nijer’den zenginleştirilmiş uranyum aldığı iddiasını ortaya atmasıyla tanınan Robert Joseph, Blackwater USA’in [Irak ve Afganistan’da imza attığı suçlarla tanınan askeri nitelikli sivil güvenlik şirketi] eski Başkanı Cofer Black ve Bush’un İç Güvenlik Bakanı Michael Chertoff.
Fakat bu neo-muhafazakar ekip, Romney’nin tüm kozları değil. Danışman ekibinde ayrıca, geçmiş Cumhuriyetçi yönetimlerin saygın dışişleri bakanları, Henry Kissinger, James Baker ve George Shultz da var. Dahası, yukarıda bahsedilen politik muğlaklık sebebiyle, Romney’i kimin daha çok etkilediğini bilmek imkansız.
Bu yüzden, bu bölge için seçilen isimlere göz atalım. Romney’nin Orta Doğu ve Kuzey Afrika Çalışma Grubu’nda, Mary Beth Long, Meghan O’Sullivan ve Walid Phares var. CIA’deki uzun kariyeriyle Long, 2007’den 2009’a kadar Uluslararası Savunma İşleri’nden sorumlu Savunma Bakanı Yardımcısı’ydı. O’Sullivan da Bush’un Ulusal Güvenlik Konseyi’nde ve Irak ve Afganistan Ulusal Güvenlik Danışmanlar Müsteşarlığı’nda uzman direktördü. Her iki seçim de, neo-muhafazakarların mükemmel projesi olan Bush yönetiminin Irak hamlesine tam anlamıyla uyuyorlar.
Fakat Walid Phares, bu gruba enteresan bir hava katıyor. 2006-2007 yıllarında İç Güvenlik Bakanlığı Gelecek Terörizmi Görev Ekibi’nde yer alan Phares’in öncelikli nitelikleri, Lübnanlı Hıristiyan militanları eğitmek ve Lübnan’daki uzun iç savaş boyunca savaş ağası Samir Caca’ya danışmanlık sağlamaktı.
Lübnan Güçleri, bugün siyasi bir güç olarak varlığını koruyor ve her zamanki gibi şimdi de, Suriye’deki Esad rejiminin sıkı muhalifleri. Çalışma arkadaşlarının rejim değişikliği konusundaki tecrübeleri ve kişisel siyasi tarihiyle Phares, Romney’nin Suriye politikasını yönetebilir mi?
Şimdikinden daha iyi dört yıl mı?
Yoğun siyasi kampanyaların abartılı retoriği, ne adayın görev başındaki tavrının kesin olarak iyi bir göstergesidir, ne de özellikle bu yarışta, hassasiyet ve açıklık bakımından dikkate değerdir. Bununla beraber, partilerin Orta Doğu konusundaki farkları, kağıt üzerinde aynı olmadıklarını ve farkın derecelerini gösteriyor.
Bizim bakış açımıza göre, Obama, Filistin-İsrail ve Arap isyanları gibi temel Orta Doğu meselelerini, Amerika’nın gücünü Asya’ya yayarken, “teröristler”i elimine eden ince ve cerrahi müdahalelerle yumuşatma yoluna gidecek. Fakat müdahaleciliğin tazammunuyla birleşen Romney’nin Orta Doğu’da alacağı pozisyon, sıkıntı verici bir belirsizlik içeriyor. “Yumuşak gücü” idrak etmeyi başaramayan, ideolojik olarak enerji kazanmış ama tecrübesiz Romney ekibi, bu kadar kırılgan bir bölgeyi, kendi pozisyonunu zayıflatmadan ve ABD’yi yeni ve masraflı müdahalelerin içine sokmadan, idare edebilecek mi?
* İngilizceden çeviren Sevag Beşiktaşlıyan. İngilizce orijinali için
http://www.aljazeera.com/indepth/opinion/2012/09/201291292323642156.html
** Rana B. Khoury: Eğitimi ve ilgi alanı Orta Doğu ve ABD’nin Ortabatısı üzerine olan bir yazar ve araştırmacı. Suriye ve Singapur’da birer yıl çalıştı ve yaşadı. Şu anda, ekonomik gerilemenin Ohiolular üzerindeki etkileri üzerine çalışıyor.
*** Michael C. Hudson: Georgetown Üniversitesi Yönetim ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde Seif Ghobash Profesörü. Şu anda, Singapur Ulusal Üniversitesi Orta Doğu Enstitüsü’nün direktörlüğünü yapmakta. Aralarında Middle East Dilemma: The Politics and Economics of Arab Integration (Columbia University Press), Arab Politics: The Search for Legitimacy (Yale University Press) ve The Precarious Republic: Political Modernization in Lebanon (Random House) da bulunduğu birçok kitaba yazarlık, editörlük yaptı ve katkı sundu.