Minimalist zarafetin romancısı

Bazı yazarlar vardır, onların yazdıkları her metni o kadar çok severiz ki, kitapları öyle hemen bir çırpıda bitmesin diye gıdım gıdım okuruz. Sonunda kitabı bitirince de, içimizde buruk bir tat kalır. Keşke daha uzun olsaydı deriz. Barış Bıçakçı bu tanıma uyan yazarlardan.

Can Öktemer
temercan.ktemer7@gmail.com

1966 yılında Adana’da doğan Barış Bıçakçı, yazın hayatına Hüseyin Kıyar ve Yavuz Sarıalioğlu ile beraber çıkardığı iki şiir kitabıyla başladı. Şiir kitaplarından sonra, 2000 yılında karşımıza, tanıtım bülteninde de geçtiği üzere “şair elinden çıkma bir ilk roman” Herkes Herkes İle Dostmuş Gibi ile çıktı. Bu romanla, Bıçakçı’nın sonraki romanlarında karşımıza çıkacak olan Ender-Çetin, Sulhi-Ahmet ve Cemil-Nazlı ikilileriyle kısa da olsa tanışma fırsatımız oldu. Daha sonra, hayranlık uyandıran bir üretkenlikle, sırasıyla Veciz Sözler, Aramızdaki En Kısa Mesafe, Bizim Büyük Çaresizliğimiz, Baharda Yine Geliriz, Bir Süre Yere Paralel Gittikten Sonra ve geçen sene yayımlanan Sinek Isırıklarının Müellifi geldi.

Bıçakçı’nın yapıtlarına, özellikle geçtiğimiz aylarda kaybettiğimiz Seyfi Teoman tarafından sinemaya uyarlanan Bizim Büyük Çaresizliğimiz’le de yoğun bir ilgi var. Edebiyat çevrelerinin de, son zamanlarda en sevdikleri yazarların başında geliyor. Barış Bıçakçı ise son yıllarda hızla artmakta olan yüzleri ve söyleşileri her yerde olan yazarlardan değil. Şu ana kadar herhangi bir yere röportaj vermiş değil, daha da ötesi bir fotoğrafı bile yok. O da kitaplarında, yapıtlarının ismi sıkla geçen ve münvezi yaşamı ile tanınan J.D. Salinger gibi mahremiyetine önem veriyor. Fakat ona karşı artan ilgi, onun bu gizemli dünyasına dair merakı daha da arttırıyor. O da, bu eleştirilerden sıkılmış olacak ki, Sinek Isırıklarının Müellifi’ndeki Cemil karakteri ile bize bir mesaj göndermiş gibi: “İlk kez mülakat veren, usul usul edebiyat yaptığı söylenen ama muhtemelen en büyük numarası ortada görünmemek olan yazar…”

Zamana Sıkışmış Karakterler

Barış Bıçakçı’nın hemen hemen bütün hikâyelerinde yer alan bir temadır, zaman. Karakterler, ya zamana ayak uyduramamışlardır, ya da zamanın bu denli hızlı geçmesinden dolayı çaresizlik yaşamaktadırlar. Kısacası zaman, onlar için bir mutsuzluk halidir. Zamana karşı bu tedirginlik ve korku hali, en çok son romanı Sinek Isırıklarının Müellifi’nde belirgin hale gelmiş. Kitabın baş kahramanı Cemil, zamanı insan algısının içine hapseden saatlere takıntılı bir karakterdir ve saatler onun için çok özeldir. Babasından kalma saati, tamir etmek için açan ve tezgahının üzerinde öylece bırakan saatçiye, bir sırrı ortalığa yaymışçasına çıkışır:

“Saat hususi bir şeydir. Hatta mahrem bir şeydir. Saat, bir sırdır. Bunu en iyi sizin idrak etmeniz lazım gelirdi. Onu… Saati… Nasıl öyle ulu orta tezgâha yayarsınız.”

Karakterlerde zaman zaman iyice depreşen geçmişe özlem durumu, günümüzde bir tüketim haline gelen nostalji fetişi üzerine değil, yeni nesil tarafından anlaşılamama korkusu üzerine gelir. Cemil, arkadaşları ile içki masasında sohbet ederken, yeni nesil tarafından anlaşılamadıkları için hayıflanır ve “80’leri yaşamayan biri bizi nasıl anlayabilir ki, gerçi anlamasalar da olur o kadar mühim insanlar değiliz”. Yine zaman konusunda hayli dertli olan Cemil’in yaşlanmış hali ile 20’lerindeki Cemil ile karşılaşır ve zamanın getirdiği pişmanlık üzerine dertleşir ve zaman konusunda bütün tartışmalara nokta koyabilecek şu cümleye imza atar: “Zaman ilerlemek olmaz ama geride bırakmak olabilir diye düşünüyor Cemil.”

Bizim Büyük Çaresizliğimiz’deki Ender ve Çetin de zamana sıkışmış durumdadır ama yaşadıkları andan mutlulardır. Geçmişteki anılardan bahsetmekten de hoşlanırlar ama zamanın acımasızlığı ve gitgide ölüme yaklaşmanın verdiği çaresizlik hissinden de korkarlar. Bu yüzden Ender, Çetin’e en büyük çaresizliklerinin seslerinin artık sokaktaki çocuklara karışamayacak olduğunu söyler.

Tutanamayan Erkekler

Barış Bıçakçı’nın romanları ve öyküleri biraz da erkek hikâyeleridir, başrolde hep erkek karakterler vardır. Fakat onun kitaplarında yer alan erkekler, o bilindik Türkiye’ye özgü erkeklere yüklenen yerleşik kültürel kodlamaların aksine hayli kırılgan, naif ve yine o kültürel kodlamalara göre feminen erkekler. Kadınlar karşısında utangaç tavırlar sergileyen, onlarla konuşurken kulakları, yanakları kızaran erkekler. Yine kadınlara sadece seksüel olarak yaklaşmayan, onlara âşık olmak isteyen erkekler: “Kadınlardan ne çok şey istiyoruz diye düşünüyor Cemil. Bizi affetsinler, bize memelerini göstersinler ve ölümsüzlük versinler.” Ender’le Çetin’in dostluğunun, kültürel kodlamadaki “erkek arkadaşlığı” kalıbında yeri yoktur, birbirlerine hasretle mektup yazar, gerektiğinde birbirlerinin sevgilileri, anneleri veya ablaları olurlar. Cemil, çalışmaz örneğin. Evi temizler, bulaşık yıkar ev yemek yapar. Bir de kokusu romandan taşan çilek reçeli…

Barış Bıçakçı’nın karakterleri, 12 Eylül’ün o hayatların üzerine kara bulut gibi çöken döneme tanıklık eden, susan ve susturulan; ilk gençliklerini o dönemde yaşamış olanlar. Bu sebeple öfkelerini de, aşklarını da, içlerinde yaşayan ve çok konuşmayan karakterler. Aynı zamanda evden dışarıya pek çıkmak istemeyen insanlar, mesai bitimi eve, kitaplarına, müzik albümlerine ve sevgililerine koşan tipler… Dışarının saldırganlığı ve tekinsizliği karşısında hayatta kalmalarının tek çaresinin evleri, kendi dünyaları olduğunu biliyorlar. Elbette sol ideolojiye bir yakınlıklar var ama o kadar. Ezberci zihin kalıplarından uzaklar ama 1 Mayıs törenlerini kaçırmamaya çalışıyorlar. Cemil mesela, karısı Nazlı’nın küçük yaşta yaşadığı maddi zorlukları bir daha hiçbir küçük kız çocuğunun yaşamaması için sosyalizmin gelmesini istiyor.

Küçük burjuva olmanın ikilemine sıklıkla düşüyorlar. Ender, Çetin’e “Ben senin gibi zamane burjuvaların yaptığı gibi kasaba etin var mı? Manava elman var mı diye sormuyorum” diye çıkışır. Cemil’de üniversitede harçlığını çıkarmaya çalışan, bütün gün çalışmaktan üstü başı ter içinde kalan genç kızı görünce karısına dönüp “Ne yapacağız Nazlı, insanlara elimizi nasıl uzatacağız? Hepsine?” diye sorar. Bu halleriyle dünyanın bütün vicdani yükünü omuzlarına almış halleri de var. Belki de bu yüzden tutunamayan halleri var, zamanın kendini düşünen insanlarına karşı başkalarının dertlerine hüzünlenen karakterler ne de olsa. Barış Bıçakçı’nın karakterleri ile Oğuz Atay’ın karakterleri belki bu yüzden içki masasında iyi anlaşırlar: “Edebiyatla hayat takım kurup futbol maçı yapsalar, hayata üç çeker edebiyat ve böyle bir duruma ancak Oğuz Atay kahramanları dayanabilir.”

Baş Kahraman Ankara

Tanıl Bora onun için “Ankaralı has yazar” tanımını yapar. Barış Bıçakçı’nın hemen hemen bütün öykülerinde, romanlarında Ankara bir fon, hatta çoğu zaman ana karakter. Barış Bıçakçı, Ankara’yı ana karakter olarak ele alırken kent övücülüğüne girişmiyor. Anılarını biriktirdiğin yer ne kadar kötü olabilir ki diyor okura. Sevgiliyle ilk ele ele gezilen park, hayatımızdan gidenler, bir zamanlar oturulan parkın otoparka dönüşmesi gibi kenti anlamlı kılan durumları ön plana çıkarıyor. Sakarya’da bir akşamüstü, Büyük Ekspres’te akşam güneşi masalara vururken, yudumlanan biranın, okunan kitabın, beklenen sevgilinin, yaşanılan yere anlam kattığını vurgulamaya çalışıyor.

İstanbul-Ankara rekabetine değinmeden de geçemiyor tabii Barış Bıçakçı. Cemil karakteri İstanbul’a yayınevine romanın teslim etmeye geldiği gün, geriye, Ankara’ya karısı Nazlı’ya koşmak istiyor. Evden uzak kalınca hayatın dışına itilmiş gibi hissettiğini söylüyor. Bir de, İstanbul-Ankara kıyası yapıyor: “İstanbul’da insanların tek amacı İstanbul’un tadını çıkarmak gibi görünüyor. Avına dişlerini geçirmeye çalışan yırtıcı hayvanlara benziyorlar. Ankara’ya istesen de dişini geçiremezsin bir sürü üst geçit var.”

Cürretimi mazur görün, fakat Ankara’ya bu denli yakışan başka bir yazar var mı bilmiyorum? Onu okumak Ortaçgil dinlemek gibi… Minimalist zarafet… “İnsan güzel bir kitap okuduğu yerden nasıl ayrılabilir?”

Bu hafta...
  •  
Merhaba!