Deniz Gezgin, “dağlarına bahar gelen memleketi” yazıyor, sonu iyiye varan bir masal anlatıyor, bir bahar masalı, bir barış masalı: “İnanılır ve istenirse, gün sonra bu küllerden bir şey dirilecek, çocuklar onu mavi tüylü bir kuş gibi görecek, kanatlarıyla süpürecek yerdeki zehri mavi kuş ve serpecek göğün suyundan bereketi dağlara ve yeşerecek toprak.”
Deniz Gezgin
Bir vardı, bir yok oldu.
Vaktiyle bahar bir çocuk bayramıydı. Dağlarda açan çiğdemler müjdelerdi yeni yılı, çocuklar koşarak çıkar tepeye, kucaklarında çiğdem çiçekleriyle dönerlerdi köye.
Karanlık uzun geceler bitmiş, ambardaki bulgur tükenecekken yetişmişti bahar. Toprak tazelenmiş, sular yıkanmıştı, yakında kuşlar da dönecek ve çocuklardan biri mavi tüylü olanı görecekti.
El ele verip dolaştılar evleri ve haykırdılar sevinçle, “gün döndü!”, açılan her kapıdan topladılar kıştan kalanları, kuru tahılla, şekerle, yağla doldu torbaları. Çiğdemlere karıştı elde avuçta ne varsa ve büyük bir kazanda pişti bereket.
Herkese dağıtıldı eşit birer lokma, çiğnedikçe insanların içini aldı bir sevinç, tenlerinde açmışçasına çiğdemler, renk geldi yüzlerine ve yürekleri ferahladı.
İşte bunların hepsi bahardandı ve bu olanlar çok eskiden yaşandı.
Bir gün, siyah acı lastikleriyle ezdi postallar çiğdemleri, sonra kara bir is yağdı gökten, zehirledi yeşili. Sular çürüdü ve toprak küllendi, göğü bir bıçak gibi yaran, bulutları kanatan uçaklar bombaladı ormanları, ateşsiz yandı ağaçlar.
Üstünden geçti kim bilir kaç kış ve pilotların madalyaları şıngırdarken boyunlarında şerefle, dağlara bir daha bahar gelmedi.
İnsanlar günleri saymaz oldu böylece, yoktu günün günden farkı, artık bayramsız doğuyordu çocuklar ve dağlarda yankılanmıyordu sevinçli sesleri.
Makineler, çelikler ve tüfekler “yabanileri” yolup atacak, yerine kan rengi nişaneler dikeceklerdi. Yanık taşlarla yamaçlara koca yazılar yazıldı, karlar eriyince dağlarda bu sert emir asılı kaldı; çocukların okuyamadığı bir bahar.
Bu taştan harfleri sökemeyenler, toplandı evlerinden ve silindi adları yoklama defterinden.
Yıllar yıllar geçti böyle ve dağlar yuttuğu zifiri kustu aşağıdakilere. Bu karanın çalınmadığı tek hane kalmadı.
Evvel zamanlarda ortak bir şeye inanılırdı; iyi olanı yutunca karanlığın efendisi, mevsim kışa döner, doğa küser, can vermezdi toprağa. Yaşamın bitmesi demekti ya bu, karanlığın da işine gelmezdi. Bir elçi gönderilir, kötülükten istenirdi iyilik geriye. Bu istek öyle güçlü bastırırdı ki toprağa, öyle inanırdı ki insanlar ‘hayat’a, galip gelirdi inatları karanlığın karşısında. İşte böylece eşitlenirdi gündüz ve gece, dirilirdi güçten düşenler, barışırdı küsenler. Karanlık fırsat bulmasın diye daha sıkı sarılıp toprağa, çiçeği bekler, baş veren her filizi kutsarlardı ki bir daha yaşanmasın, iyiler esir alınmasın.
Vakit geldi de geçti, bu kuraklık ve toprağı örten kül kötüleri de içine çekti.
Kimse kazanmadı savaşı.
İnanılır ve istenirse, gün sonra bu küllerden bir şey dirilecek, çocuklar onu mavi tüylü bir kuş gibi görecek, kanatlarıyla süpürecek yerdeki zehri mavi kuş ve serpecek göğün suyundan bereketi dağlara ve yeşerecek toprak. Çıplak ayaklı insanlar toplayacak dağlardaki emir taşlarını, bir kule dikecekler tepesi arşa değen, hatırlansın, bilinsin diye bu yaşanan.
Ve nihayet “ Ceylan” gözlü çocukların, “Uğur”lu ellerinden dökülecek kazana çiğdem çiçekleri. Bütün iyi dilekler karışacak içine ve kaynayan bereket, lokma lokma pay edilecek bu topraklarda yaşayan her insana, eşitçe.