Serhat Köroğlu, “olması gerektiği gibi” bir sabahı anlattığı öyküsüyle baharı karşılıyor.
SERHAT KÖROĞLU
Üzerine cif döktüğüm fayansı süngerle var gücümle siliyorum. Yaşamak yapışkan bir kiri sökmeye çalışmak diye düşünüyorum. Başımı kaldırıp tereğin camındaki yansımama bakıyorum. Alnımda ter damlaları birikmiş, sakallarım uzamış, gözlerimdeki fener biraz daha solgunlaşmış. Meyve tabakları, şarap bardakları, çatallar, kaşıklar, kâseler tertemizler şimdi.
Isıtıcıya su doldurup düğmesini kaldırıyorum. Balkonun kapısını açmamla dansa başlıyor perde. Nisanın ilk günleri. Ilık bir rüzgâr kış günlerini uzaklara çok uzaklara sürüklerken dokunduğu yere göz alıcı renkler bırakıyor. Saksıdaki narçiçeği geceyi doğum sancısıyla geçirmiş, açelyanın saksısı görünmüyor, balkondan taşacak sanki. İçini boşatıp ipe dizdiğimiz biberler yavaştan turuncuya dönmeye başlamışlar. Yarı açık balkon kapılarından içeri giren bahar ve balkona çıkmış uyku dingini gözler… Bahara kanıyoruz yine, sanki ilkmişçesine... Çayı yavaşça demliyorum ve altına su çekip kısık ateşte öylece bırakıyorum. Niye bilmiyorum ama çaydanlık hep zarafeti hatırlatıyor bana.
Kapıyı ardımdan yavaşça çekip merdivenleri hızlı adımlarla iniyorum. Apartmandan çıkıyorum, biraz önce balkonumda misafir ettiğim bahara iade-i ziyaret... Güneş körpe yapraklarda yeşil, kuş üzümlerinde kırmızı, önüm sıra uçuşan kelebekte göz alıcı bir beyaz, apartman camlarında çakan şimşek, sığırcık kuşlarında şarkı, gökyüzünde mavi... Bendeyse derin bir iç çekiş. Unutuyorum camdaki yansımı. Göremiyorum ama gözlerimdeki fenerin harlandığını hissediyorum. İki ekmek, iki de Camel White... Büfenin kapısına asılmış renk renk plastik toplar baharın ilkliğine gölge düşürüyorlar. Evet, başka baharlardan da geçtim sanki.
Yuvasında yavaşça döndürdüğüm anahtar ve yerinden çıkan dilin sesi. Sanki her şey olması gerektiği gibi… Poşeti mutfağa bırakıp yanına gidiyorum. Sağ yanağı yastığa gömülü, saçlarıysa uyku âleminin kadife rüzgârlarıyla dağılmış. Perdeyi yavaşça çekip pencereyi açıyorum. Camın önünde birikmiş bahar kuş sesleriyle çullanıyor odaya. Aşk denen duygu baharın tercümesi gibi. Şakağına belli belirsiz bir öpücük bırakıp mutfağa geçiyorum. Peyniri eşit parçalara kesip tabağa diziyorum, siyah zeytini kâseye boşaltıp zeytinyağına buladıktan sonra kırmızıbiber serpiyorum üzerine, reçeller ah reçeller… Kavanozlarından ağır ağır hayata dökülen yaşam pınarları... Kayısı, incir, vişne, çilek... Hoş geldin Nisan! Zarif kuğu boynundan bardaklara dökülen dem. Alnına çarpan buhar… “Tavşan kanı tavşan!”
Mutfağın kapısında beliriyor. Uyku mahmuru gözlerinde uçsuz kırlar… Kapıdan giren güneş saçlarına dolanıyor, o devasa ateş topu tel tel yüzüne uzanıyor. Bir zeytin atıyorum ağzıma. “Günaydın.” Rüyasını anlatıyor. Devasa gövdeleri yosun tutmuş ağaçların arasında kaybolmuş, ama görmeliymişim, sanki çimen ağaçlara tırmanıyor gibiymiş. Yeşil göz alıyormuş. Guguk kuşu sesleri baykuş gurultularına karışıyormuş. Karanlık değilmiş ama aydınlık olduğu da pek söylenemezmiş. Korku ve çaresizlik içinde etrafı izlerken kanatları olduğunu fark etmiş. Kollarının yerinde kanatlar. Ellerini iki yana açıp çırpmaya başladığında havalanmış. Yükseldikçe yükseliyormuş ama bir türlü ağaçların boyundan yükseğe çıkamıyormuş. Sanki uzuyormuş ağaçlar. Panikle daha hızlı kanat çırpmaya başlamış ama nafile. Bir türlü kurtulamıyormuş ormandan. Merakla dinliyorum. Reçeli çatalıyla alışını, ekmeğe sürüşünü, ağzına atışını, çayı yudumlayışını izliyorum. Her şey ne kadar da olması gerektiği gibi. Tam kanat çırpmaktan vazgeçmişken ağaçların alçaldığını fark etmiş. Sevinmiş ama sevinci çok sürmemiş. Kanatları yokmuş artık, kollarını umutsuzca kanat gibi kullanmaya çalışmış ama düşüyormuş. Altındaki orman kayboluvermiş, geniş, uçsuz bucaksız bir papatya bahçesine düşüyormuş. Tam o anda perdeyi açmışım. Bir süre birbirimize bakıyoruz; bakışlarımızla rüyayı hatta içinde bulunduğumuz zamanı hayra yoruyoruz. “İyi ki kanatların yok” diyorum. “Senin de olmasın diyor” çayından bir yudum alıp “narçiçeğine bir bak istersen” diyorum. Hızla kalkıp balkona koşuyor. Balkon korkuluğuna konmuş bizi dinleyen meraklı saksağan neye uğradığını şaşırıp kendini aşağı bırakıyor. Bir müddet balkonda durduktan sonra içeri giriyor. Elinde narçiçeği, gözlerinin yeşili nemli. Saksıyı yavaşça önüme bırakıyor. Demlikten ince bir buhar yükseliyor, bardaklarımızda hepi topu iki yudum çay. Sımsıkı sarılıyoruz birbirimize. Saçlarının arasından iki papatya düşüyor. Her şey olması gerektiği gibi...