Deniz Gezgin, bu hafta anlattığı hikâyelerle çocuklara başka dünyalar sunan, yarası olana derman olan gizemli Cice’yi anlatıyor. “Ne uğursuz ne pis ne de kuduzdur yarasa; kuş tüyünden yastık isteyenin değil de çıplak olanın ayıplandığı bir dünyadandır yalnızca. O yüzden korkmayın siz geceden ve geceyi sevenlerden. Yastığa başını koyar koymaz uyuyandan, üst üste giyinenden korkun.”
Deniz Gezgin
Sesi rüzgârla mayalanmıştı konuşmuyordu da üflüyordu adeta. Kelimeler birer dere taşı gibi oyunlu ve pürüzsüz çalkalanıyordu ağzında. Ne söylese ne anlatsa onun dağ çiçeklerinin kokusunu taşıyan nefesiyle lisan değiştiriyor; kuşların, balıkların hatta kayaları kaplayan yosunların donuna bürünüyor, hikâyesine hepsinden bir harf katıyor, onları bize, bizi onlara tanıştırıyordu. Onu bir kez dinleyen bir çocuk gece yastığa başını koyduğunda öyle kolayca uykuya dalamazdı; sofrada konuşulandan başka bir dil olduğunu bilirdi artık; işiterek ezberlenen, okulda fişlerle öğretilen değil, karnının içinde bir yerlerde duyup da bellediğin bir başka dil.
Yaşı, yaşıtı olmayan bir kadındı Cice; ne çoluk çocuğu ne de kimi kimsesi vardı. Sanki bu köy olmazdan hatta dağlardan, sulardan evvel Cice buradaydı. Hem herkesten çok bu köydendi hem de kimselerden değildi. Evlerin içinde bir evi yoktu, kadınlar onun kartal yuvasında, adamlar ayıların mağarasında uyuduğunu söylerdi. Sabah oldu mu dağdan mı iner, sudan mı çıkar bilinmez, herkesten evvel oluverirdi köy meydanında. Kınalı saçlarını iki ince örgüyle, otlarla boyadığı iplerle ensesinde düğümler, asayı andıran ıhlamurdan bir sopayı kabuklu parmaklarıyla kavrardı.
Kimselerden değilse de köylü onu yabandan saymazdı yine de, kimin yarası azsa, sancısı tutsa dermanı Cice’den bilir, onun heybesinden çıkan çeri çöpü ilaç bellerdi. En onmaz yaraları kurutur, içten gelen dertleri sökerdi Cice’nin çiçekleri. Düşmeyen yağmura, kalkmayan kara, ekin vermez tohuma da çare bulurdu Cice, kimse nerden nasıl bulduğunu bilmese de. Böyle olunca da el versin istenirdi doğan her çocuğa, hiç değilse bir nefes üflesin. Kızlar gelinlik, oğlanlar da sünnetlik çağa gelene dek Cice’nin eteğinde dağları dolaşır, ayıların inine başlarını sokar, gözelerde kaynayan baloncuklu sulardan içer, orman meyveleriyle mest olurlardı. Güneş tepedeyken yorulup bir ağaç altına ya da su kenarına oturur, Cice’nin kuş diliyle, toprak sesiyle anlattığı hikâyeleri dinlerlerdi. Akşam köye inince her yaptıklarını her gördüklerini anlatır, hikâyelerdense kimseye söz etmezlerdi.
Bir erginlenme ritüeliydi Cice’yle çıkılan bu yolculuk, çocukluktan geçen içinse neredeyse bir sır. Ondan öğrenilen dil okulla, kocayla, komutanla tanışınca tüy olup uçar, rüyalarda ancak fısıltıyla duyulur, zaman sonra anlaşılmaz olurdu.
Karından duyulan, içten bilinen, köşesi, ünlemi olmayan o kelimeler nasıl silinirdi dimağdan; silinir miydi?
Cice’nin hikâyelerinde gecelerin karası iyiydi; aşağıda korkulan, kaçılan, yasaklanan ne varsa Cice’yle çıkılan dağlarda hepsi iyilerdendi. O tutmasını öğretti mi diken batan olmaktan çıkar, sağmasını gösterdi mi zehir karışmazdı kana.
Dağlarda uykunun hafif olduğunu anlatırdı Cice ve “Uykusu ağır olandan korkun asıl” derdi. İlk kez korkuyu tembihlerdi hem de hikâyesini her defasında uzun uzun anlatarak.
Vaktin birinde seçilmişlerden bir adam varmış, altını külçesi, emrinde ordusuyla ülkeye hükmedermiş. Geniş görkemli bir sarayı, bahçesinde uzak ülkelerden getirttiği rengârenk tüylü tavus kuşları, su kaplumbağaları, maymunları… Sofrasında yağdan pekmezden geçilmez, ambarı buğdayla dolup taşarmış.
Her şeyine bayıldığınız bu hükümdarın bir de güzeller güzeli karısı varmış. Masallarda hep böyle olmaz mı?
Beyimiz karısını çok sever, bir dediğini iki etmezmiş. Günlerden bir gün karısı yastığından şikâyetçi olmuş, birlikte kocayacakları şöyle yumuşacık, kuş tüyünden koca bir yastığı olsun istemiş. Bey ne yapsın bilememiş, kadının istediği gibi bir yastık için nerden baksan bütün kuşları yolmak gerekliymiş.
‘Olsun’ demiş ‘kuşlar tüysüz kalsa kuşluklarından ne eksilir’, ‘çağırın hepsini’ diye emir vermiş.
Böylelikle bütün kuşlara haber salınmış, gelip de tüylerini bıraksınlar diye ferman çıkarılmış. Hal böyle olunca çaresiz gelip soyunmuş kuşlar, tüylerini yolup yolup bırakmışlar. Ne var ki içlerinden biri gelmemiş, Hükümdar bu duruma sinirlenmiş, adaletli adammış ya,
‘hak geçmesin, tutun onu da getirin’ diye üstelemiş.
Askerlere tüyünü vermemekte kararlı kuş şu bildiğiniz küçücük serçeymiş,
‘Beyinize söyleyin uçup da kapısına yetim çamuru sürecek olursam o sarayı da hükümdarlığı da başına yıkılır’ demiş ve kanadını dahi kıpırdatmamış.
Serçenin tehdidiyle şaşıp kalan Hükümdar nasıl olduysa pişmanlık duymuş, bir yastık için hayvanları yuvasından, tüyünden ettiğine dertlenmiş ve bir kez daha emir vermiş:
‘Söyleyin, herkes gelsin alsın tüyünü geri.’
O günün ertesi kuşlar gelip tüylerini geri almış, hepsi birden üşüşünce bütün tüyler karışmış; şahininki bülbülü, sakanınki kartalı giydirmiş. Onlar alelacele yuvalarına kanat çırparken yarasa nefes nefese yanlarından geçmiş. Bebeğini emzirdiğinden vaktinde gelememiş, aramış taramış, her taşın altına bakmış da tüyünü bulamamış. O da o günden beridir utancından gündüzleri hiç dışarı çıkmamış, karanlık kuşu olmuş, çıplaklığından geceye saklanmış.
Ne uğursuz ne pis ne de kuduzdur yarasa; kuş tüyünden yastık isteyenin değil de çıplak olanın ayıplandığı bir dünyadandır yalnızca. O yüzden korkmayın siz geceden ve geceyi sevenlerden.
Yastığa başını koyar koymaz uyuyandan, üst üste giyinenden korkun.