Aras’ta çalışmaya ilk başladığımda, üniversite yıllarımda Ardaşes Margosyan okumamı salık vermişti, onun ‘Ermeni Devrimci Hareketi’nde Sosyalizm ve Milliyetçilik’ kitabını. İletişim’in Cep Üniversitesi serisinden çıkan o minicik kitaba sığdırmayı başardığı onca bilgiden, tarihsel perspektifinden, olayları anlatış biçiminden çok etkilenmiştim. 20 yaşına varmamış, dünya ve memleket ahvaliyle yakından ilgili Türkiyeli bir Ermeni genç için, hiçbir şeyin bizlerle başlamadığını, mücadele ruhunun zamanları ve hayatları aşan bir yanı olduğunu apaçık gösteren bir hediyeydi.
Sonraki yıllarda onunla şahsen tanışma onuruna da eriştim, Paris’te aile sofralarına da misafir oldum, ‘Ermeni Kültürü ve Modernleşme’ başlığı altında topladığımız makalelerini yayımlarken birlikte de çalıştım. Anahide Ter Minassian’da dikkatimi çeken ilk şey sonsuz bir canlılıktı. Bu canlılıktan ileri gelen, tükenmeyen bir enerji, tükenmeyen bir merak, tükenmeyen bir direnç. Kimi zaman karşısındakini yıldırma pahasına. Bu canlılığa, ancak hayata dair temel bir inancı, dünyada var olmamızın köklü bir nedeni olduğuna dair sarsılmaz bir vukufu olan insanlarda rastlarız; nadirdir.
Bir ‘Verabroğ’
Anahide Ter Minassian’a canlılığını verense, bu inanç ve vukufun yanı sıra, onun bir ‘survivor’ olmasıydı. Hayır, soykırımı bizzat yaşamamıştı, 1915’te hayatta değildi, ama o yine de bir ‘survivor’dı. Son yıllarda o meşum ve popüler yarışma programıyla başımıza kakılan bu kelimeyi Türkçeye çevirmekte zorlanıyoruz. Yakınlarda kullanılmaya başlayan ‘hayatta kalan’ da, ‘sağkalan’ da, ‘survivor’ın derinliğini taşıyan kelimeler değil. Oysa Latince ‘supervivere’den, yani motamot çevirirsek ‘ötesinde/üstünde yaşamak’tan Eski Fransızcaya (‘souvivre’), oradan İngilizceye geçen ‘survivor’da ölümleri aşmayı, ölüme rağmen yaşamayı, devam etmeyi işaret eden, çok daha derin bir mana var. Kelimeyi ‘supervivere’den çevirerek dağarcığına katan Ermenicede ‘verabroğ’ o hissi veriyor mesela, Türkçe karşılıkları böyle kof ve tıkızken. “Neden acaba?” diye sormaya gerek var mı?
Muradımı anladınız. Ta 1880’lerde kendisini kaçırıp akla hayale gelebilecek her şekilde zulmeden Musa Bey’e direnmiş Muşlu Gülizar ile Osmanlı Devleti’ne direnmiş, hem devrimci hem yazar, Muş mebusu Keğam Der Garabedyan’ın torunu; annesi Gülizar’ın hikâyesinin yanı sıra Muş’un yok edilmeye çalışılmış kültürünü, müziğini, Ermenicesiyle, Kürtçesiyle ta Paris’te kayda geçirmiş bir başka direnişçi Armenuhi Kevonyan’ın kızı; yine Osmanlı Devleti’ne direnmiş, hem devrimci hem yazar Rupen Der Minasyan’ın ailesine de evlilik yoluyla aşılanmış Anahide Ter Minassian, ‘supervivere’nin, ‘survive’ın, ‘verabril’in vücut bulmuş haliydi. Onun canlılığının özsuyu bu ‘super’lik, bu ‘ver’likti. Öldürülmeye, katledilmeye çalışılanın yok edilemeyeceğini, direneceğini, yeni hayatlarda yaşayacağını, hayatların ötesine geçeceğini bilen bir ruhsallıktı onunki. Yazdığı her şeyde, attığı her adımda, etrafındakileri daha fazla üretmeye, daha dolu dolu yaşamaya teşvik edişinde hep bunu görebiliyordum. İnat, neşe, çaba, merak, sevinç, direnç ve daha bunlar gibi pek çoğunun harmanı olan, kendini böyle inşa etmiş bir güzel kadın.
Fransa’da, Paris’te, çok geç yaşına kadar hiç ayak basmadığı toprakların, dedelerinin ninelerinin memleketinin ruhunu, havasını, dilini, kültürünü bu kadar doğallıkla özümsemiş olmak bir tür mucizedir. Yaban ele savrulmuş tohumdan filizlenen ağacın meyvesinin tatsız, kokusuz bir şey olmasını bekleriz. Anahide Ter Minassian, aile kurup, çocuk, torun sahibi olup, Fransız akademisinde bir kadın olarak yükselip, Ermeni-Osmanlı tarihine dair araştırmaların düzeyini uluslararası tarih literatürünün standartlarına çıkaranlar arasında yer alarak ve bütün bunları yaparken yaşamaktan hiç geri durmayarak, ‘survivor’lığın hakkını hakkıyla verdi.
Akrabalarıyla buluşması
Son yıllarında Türkiye’ye gelip gitmesinin, buradaki kayıp, Müslümanlaştırılmış akrabalarını bulmasının ve onlarla sıcak bağlar kurmasının, onların hayatlarıyla, kaderleriyle kendi çocuklarıyla ilgilendiği gibi ilgilenmesinin, bu süreçte bizlerle de daha yakın bir ilişki kurmasının, yaşamı boyunca edindiği birikime çok güzel bir cila verdiğini uzaktan görebiliyordum. Anadolu’nun, kadim ama eski canlılığı yok edilmiş Ermeni topraklarının havasını tüm hücreleriyle emmenin onu hayata daha da çok bağladığını sezebiliyordum. Sadece yaşadığı yerde değil, burada olup bitenlerle de bağını güçlendiren, direncinin ruhunu buralara da aktarmasını sağlayan bir yenilik oldu onun için, Türkiyeli –hatta, neden olmasın, Türk– akrabalarını keşfetmek, ömrünün son demlerinde. Sık sık telefonla arayıp, güzel bir şeyler yapmış, güzel kitaplar basmışsak bizleri tebrik etmesi, daha fazlasını yapmamız için cesaretlendirmesi, herhalde bu son cilanın ürünüydü.
Anahide Ter Minassian bu hayata veda etti. Ama o, hayatları ve zamanları aşmanın, hayatların ötesine geçmenin, ‘supervivere’nin, ‘verabril’in ne olduğunu çok iyi biliyordu. Bu hayatın da ötesine geçecektir.