Yolumuz bu hafta, Kapalıçarşı’nın Kutucular Çarşısı olarak bilinen Tavukpazarı’nın, akla ilk gelen ustalarından Nurhan Yanıkoğlu’yla kesişti. Çoğumuz ‘Kutu işte’ deyip geçsek de içine konan mücevher kadar değerli, hediye sunumunun en önemli parçası aslında kutular. “İçine konacak şeyi elime alıp bakmadan asla kutu yapmam. Nedir, ne değildir, ne renk gider, hangi malzeme kullanılmalı, ölçüsü nasıl olacak, bunları dokunmadan bilemem” diyor Nurhan Usta. Babasından devraldığı mesleğine, bir de vitrin tasarımcılığını ekleyerek 46 yıldır devam eden Nurhan Usta, bugüne kadar aralarında Sevan Bıçakçı’nın da yer aldığı pek çok ünlü tasarımcının tercihi hâline gelmiş. Nurhan Bey’le ailesini, mesleğe başlangıç hikâyesini ve dünden bugüne kutuculuk mesleğini konuştuk.
Nurhan Usta’ya öncelikle ailesini soruyorum. Derin bir nefes alıyor, gözleri dolarak anlatmaya başlıyor. Sonradan öğreniyorum, çok ufak yaşlarda kaybetmiş annesini; hayatın küçük yaşta sınadıklarından biri o. “Anne tarafım Samatya’nın eskilerinden, babası Eczacı Artaki Efendi olarak bilinirmiş. Annem bütün hayatını semtin okulu olan Sahakyan’a ve kilise işlerine adamış biriydi. Anadolu’dan gelen, kimsesiz ve Ermenice bilmeyen çocuklara okuldan sonra yardım ederdi. Babam ise Yozgat, Boğazlıyanlı. Küçük yaşta İstanbul’a gelmiş. Elde avuçta hiçbir şeyi olmadığından, okumak yerine çalışmak durumunda kalmış. Kapalıçarşı’ya gelerek kordoneciliği (işlemeci/nakışçı) öğrenmiş ve zamanla bu işin ustası olmuş. Babam piyasada Paçalı ve Kıvırcık Kirkor diye bilinirdi. Tabii o zamanların Kapalıçarşı’sı bugünkü gibi kuyumcu ağırlıklı değilmiş; gelinlikçi, kunduracı, yorgancı, aklınıza ne gelirse varmış. Kuyumculuk, hanlardaki atölyelerde yapılırmış daha çok. 1945’te babamla amcam kutu işine ortak olarak girmişler. II. Dünya Savaşı’na denk gelen bu dönemde, malzeme kıtlığı yaşanıyormuş. Tutkalın bile bulunmadığı zorlu yıllar geçirmişler. Bu arada, annem Adrine Melikyan’la babam, uzun yıllar flört ettikten sonra evlenmişler, çok büyükmüş aşkları.”
‘Kazadan sonra hayatımız değişti'
Nurhan Bey 1955’te Samatya’da doğmuş. Ortaokula kadar semtin okulu Sahakyan’a gitmiş. 11 yaşındayken, 1966’da başına talihsiz bir trafik kazası gelmiş. Annesini kazada kaybeden Nurhan Usta, yaşanan trajediyi ve ilk iş denemelerini şöyle anlatıyor: “Kazadan sonra hayatımız değişti. Babam Suzan Kılıçer’le bir evlilik yaptı. Suzan Hanım’ın kardeşimle benim üzerimde çok emeği var, bize hiç ayırt etmeden analık yaptı, biz de ona ‘anne’ dedik. 1967’de Kurtuluş’a taşındık. Feriköy Merametçiyan’a gitmeye başladım. İçimde zaten hiç okuma isteği yoktu. İki kere üst üste sınıfta kalınca terk ettim okulu. O zamanlar babam parfüm kutuları, nişan kutuları yapardı, hevesleniyordum. Ama babam beni ‘Oto Kamil’ diye bilinen oto parçacısının yanına soktu. Sevemedim o ortamı, bazı sorunlar da yaşadım zaten kalfalarımla, o nedenle işten çıktım.”
‘Orası babanın ahırı değil’
Okulu bırakınca babasıyla çalışmak istediğini söylese de, babası Kirkor Usta, “Yok öyle şey, orası babanın ahırı değil, çalışamazsın” demiş. Hikâyenin gerisini ve çıraklık günlerini gülümseyerek anımsıyor: “Babam ‘Başkalarının yanında biraz iş öğrensin, pişsin, kolaya alışmasın’ diye düşünüyordu. Ama başka yerde yapamayacağımı anlayınca ‘Yarın sabah saat 6 buçukta kalkıyorsun, ikinci otobüse binerek doğru dükkâna gidiyorsun’ dedi ve anahtarı verdi. Kalfalar gelene kadar dükkânı tertemiz ederdim, öyle başladım bu işe.”
Babam ticareti öğreneyim diye beni mal alıp satmaya gönderirdi, tabii tezgâhta da çalışıyordum. ‘Geçineceksen yap da sat, kazanacaksan al da sat’ diye ünlü bir Yahudi sözü vardır. Çok da doğrudur.
Büyük emek gerektiren o zamanın kutu yapım işini de şöyle aktarıyor bize Nurhan Usta: “Dükkânda tutkal kazanlarında katı olan tutkalı eritip macun hâline getirirdik. Bizim işimizde makine kullanımı işin % 20’sidir. Kutunun tahta kasasını yapmak için motor lazım olur. Eskiden tamamen elimizle yapıyorduk, marangoz gibi aletlerimiz vardı. Dört yapraklı yonca, lale çiçeği, kalp şeklinde kapaklar... Esas sanat, o zaman yaptığımız kutulardı. Şimdi bunlara rağbet yok. Babam ticareti öğreneyim diye beni mal alıp satmaya gönderirdi, tabii tezgâhta da çalışıyordum. ‘Geçineceksen yap da sat, kazanacaksan al da sat’ diye ünlü bir Yahudi sözü vardır. Çok da doğrudur.”
‘Kutu var üç gün, kutu var 20 dakika sürer’
Kutu denince her ne kadar akla takılar gelse de, bu şık görünüşlü ve içi kadife kaplı kutular, aslında birçok farklı amaçla kullanılabiliyor. Pipo, satranç ve kaşık takımları, tespih, plaket, tabak, madalya ve daha birçok obje, şık sunumuyla yuvasına oturtulabiliyor. Nurhan Usta, emek sürecini ve yaptığı işleri şöyle anlatıyor: “Kutu var üç gün, kutu var 20 dakika sürer, ama hepsi ayrı emek ister. Ermeni ve Rum Patrikliği için sayısız kutu yaptım. Patrikhane’nin müze kısmı için birçok eski kutunun onarımını üstlendim. Kurtarılmayacak durumda olanların ise birebir aynılarını yaparak yeniledim.”
Nurhan Yanıkoğlu’nun kutularla olan aşkı ilk günden bu yana aynı coşkuyla devam ediyor. Bize de ayrıntıların ne derece önemli olduğunu bir kez daha idrak etmek düşüyor.