Geçen cuma vizyona giren ‘Exodus: Tanrılar ve Krallar’, ‘Özgürlüğün Dansı’ ve 'Kırımlı' filmleri Orta Yeri Sinema'da.
Yahudilerin tanrısı
‘Exodus: Tanrılar ve Krallar’ – Ridley Scott
En yeni Musa hikâyesi ‘Exodus’ Banu Alkan’ın konaklayacağı türden bir otelde açılıyor gibi: Altın yaldızlar içinde, tabaklarda salkım salkım üzümlerle, firavun Seti rolündeki John Turturro Hitit saldırılarına karşı generalleriyle toplantı yaparken filmden beklenen ciddiyet zaten epey aşağıdan başlıyor. İsa’dan önce 14. yüzyılda geçen bir film nasıl olmalıdır, söylemek güç. Nasıl olmamalıdır yanıtlaması daha kolay bir soru, en azından böyle değil zira oyuncuların ziyadesiyle yabancılaştırıcı kostüm ve makyajları bir yana, haller tavırlar ve diyaloglara bakarsak olaylar 21. Yüzyıl Amerikası’nda geçiyor. Ancak artık her büyük bütçeli prodüksiyonda aynılarını izlemekten pek göremediğimiz sıkıcı savaş sahnelerinin, özel efektlerin ötesinde filmin insan ruhuyla ilgili bir şeylere karşılık geldiği anlar da yok değil. O şeyler çok karanlık şeyler ve agnostik olmasının böyle bir senaryo yazarken kendisi için bir avantaj olduğunu belirten Ridley Scott aslında değişik bir tanrı fikrine sahip olduğunu açıkça gösteriyor.
İlginçtir, 2012’de çektiği ‘Prometheus’ doğrudan bir peygamberi anlatan ‘Exodus’a kıyasla çok daha inançlı bir filmdi. On yaşında hırçın bir oğlan çocuğu olarak görünen ve manidar bir şekilde zarlarla oynayan tanrı ise tek tanrılı dinlerle ilgili en hafifinden karanlık bir hissiyat kuruyor. Bu da aynı anda hem modernizm öncesinden bir soyut düşünmeme halini hem de modernizme yakışacak bir karamsarlığı beraberinde getiriyor. ‘Exodus’ Yahudilerin seçilmişliklerinde gizli olan tekinsiz fikri destekleyen, yalnızca İbraniler’in tanrısı olan kindar, acımasız, insansı ve karanlık bir tanrı resmediyor. Sanki filmin içinde heyecanla izlenecek bir başka film gizli, en azından bir anlığına gişeye göbeğinden bağlı olmayan bir versiyonu hayal edersek...
Ama solcular iyidir
‘Özgürlüğün Dansı’ – Ken Loach
Ridley Scott’tan umudu keseli çok olmuştu, o yüzden haftanın esas golü solcu sinemaseverin çifte peygamberleri Ken Loach- Paul Laverty ikilisinden gelen aşırı didaktik ‘Özgürlüğün Dansı’. İç savaş sonrası İrlanda’da seküler bir buluşma alanını ayakta tutmaya çalışan filmde aşırı yakışıklı, sempatik ve karizmatik Jimmy ile ona ve sakallı idolü Karl Marx’ın Das Kapital’ine olan öfkesinden söylenip duran rahip arasındaki çatışma şablon düzeyinde. Diyalogların doğrudanlığı da yer yer utanç verici. İkilinin sekiz yıl önce benzer şekilde kolaycı bir Türkçe isimle gösterime giren ‘Özgürlük Rüzgarı’nı yaptığına inanmak da sahiden güç. Ancak ‘Özgürlük Rüzgarı’ zaten biraz istisnai bir durum olabilir, bu filmin altını çizdiği gerçek ise sanırım şu: Ken Loach’u Ken Loach yapan zaten devrimciyi değil sıradan insanı anlattığı filmlerdir. Yine de ekleyelim: en kötü Ken Loach filmi o kadar da kötü değildir. ‘Özgürlüğün Dansı’ da nihayetinde güzel güzel izleniyor.
Bir Türk’e gönül verdim
Kırımlı – Burak Cem Arlıel
Haftanın ve yılın en iddialı yerli yapımlarından Kırımlı Ken Loach’un diyaloglarına laf atan yazarınıza yanıt niteliğinde, sanki kötü diyalog öyle olmaz böyle olur diyor. Sözkonusu diyalogların bir kısmını Almanca bilmeyen Murat Yıldırım’dan Almanca olarak duymak da cabası. Birkaç hafta önce İkinci Dünya Savaşı ve Naziler’i Gülen hareketinin gözünden anlatan (evet bu cümleyi yazdığıma inanmakta ben de zorlanıyorum) ‘Birleşen Gönüller’ izleyici ile buluşmuştu. Bu kez Kırımlılar’ın filmde direniş olduğu iddia edilen ancak basit bir oportünistlik ve daimi bir kafa karışıklığı olarak resmedilen tarihleri üzerinden korkunç Naziler’i tekrar keşfederken sinemamızın yabancı kadın görünce yazıp yazabildiği tek hikâyeyi tekrar izliyoruz: Bir Türk’e gönül verdim, o kadar yiğitti ki, n’aapsaydım? Filmin tek eğlenceli tarafı klişeler üstü bir Nazi subayını canlandıran Baki Davrak’ın civciv sarısı saçları. Ama o da az buz eğlenceli değil bakın...