Orta Yeri Sinema'da bu hafta Tim Burton'dan ‘Büyük Gözler’ ve David Gelb'den ‘Lazarus Etkisi’ var.
Kocaman gözlerin zorunlu esiri
‘Büyük Gözler’ Tim Burton
Hiçbir Tim Burton filmini, kötü adamı boğma hissiyle izlediğimi anımsamıyorum. Çünkü onun düşsel sinema dünyasında, kötüler bile pamuk şekerle doldurulmuş gibidir. Onlardan nefret etmek şöyle dursun, bazıları favori karakterimiz bile olabilir. ‘Büyük Gözler’de ise, filmin biyografik olmasından mütevellit, kocası Walter Keane (Christoph Waltz) tarafından sömürülen, işkence edilen, bastırılan ressam Margaret D. H. Keane (Amy Adams) üzerinden, ‘ataerk’in kadınlar üzerinde kurduğu sömürüyü, işkenceyi ve baskıyı, gıcık kaparak izliyoruz.
Margaret Keane’in tek imzası hüzünlü çocukların, kadınların ve hayvanların suratlarına çizdiği orantısız, kocaman gözler. Resmin altına attığı imzalarsa, hep evlendiği adamların soyadları. Boyunduruk altına girmekten hoşlandığı için değil, feminizmin yeni filizlendiği zamanlarda başka türlüsü henüz mümkün görülmediği için. Her ne kadar ömrü boyunca birilerinin kızı, eşi, sonra da annesi olduğu üzerine hafifçe şikâyet etse de Margaret, ‘ressam’ Walter Keane’le evlenir evlenmez, onun adıyla imza atmakta bir mahsur görmüyor. Ortada iki tane Keane isimli ressam olunca, ‘kaza eseri’ Keane’ler karışıyor. Margaret Keane, günde 16 saat boyunca tavan arasında kocaman gözlü çocuklar çizerken, Walter Keane de kendisine ait olduğunu söylediği bu tablolarla başarının, şöhretin ve paranın tadını çıkarıyor. Sadece Margaret’tan bunlar çalınsa yine iyi; Walter, Margaret’ın ona bir zamanlar söylediği gibi başkalarına “Kocaman gözler çiziyorum, çünkü gözler ruhun aynasıdır” diyerek kadının ruhunu da çalıyor. Bir de tabii tüm bu çıkmazda ve kocasının doymak bilmezliğinde, Margaret’ın fabrikasyon hâlinde yüzlerce kocaman gözlü çocuk ve hayvan portresi çizmeye devam edebilmesi, inanılır gibi değil.
Margaret’ın buna 10 yıl boyunca neden katlandığının cevabıysa çok bilindik; mecbur olmadan mecbur kaldığına inanmak. Ailenin yıkılacağı, çocuğun geleceğinin mahvolacağı, bundan başka bir yol olmadığı yönünde bazen aşk, bazen tehdit dolu sözlerle kandırılıyor Margaret. Biz de tüm film boyunca, sancı çekerek izliyoruz olanı biteni.
Kötü, kötüdür
‘Lazarus Etkisi’ David Gelb
‘Frankenstein’da olduğu gibi, bilimsel bir deneyin açığa çıkardığı şeytanlıklar filmi. Nerede o, çocukların ruhunu ele geçiren iblislerin olduğu, seri katillerin hüküm sürdüğü, toplu cinayetlerle ekranların kana bulandığı eski korku filmleri? İncil’de İsa’nın dirilttiği Lazar’dan geliyor filme adını veren ‘etkinin’ adı. Bir grup bilim insanı, ameliyat masasında hastaya enjekte edilecek bir serum sayesinde, doktorların müdahale süresini uzatmaya çalışıyor. Tabii serum şişede durduğu gibi durmuyor, etkisi tahmin edilenden daha büyük çıkarak ‘Lazar etkisi’ne dönüşüyor, ölüleri diriltiyor. Film, bilimin asla cevap veremediği ve vermesi yakın gelecekte muhtemel gözükmeyen “ölümden sonra ne var” sorusunun etrafında dönermiş gibi yapıyor; o esnada biraz dinbilime göz kırpıyor. Ampirik bilim insanıyla Katolik bilim insanı arasında tartışmalar doğacakmış gibi olsa da, filmin düşünsel kısmı havada kalıyor. Neticede bu bir korku filmi, böyle bir beklentiyi doyurmaya çalışmak realist değil zaten. Bu yıl, Luc Besson’un ‘Lucy’ filminde de uyuşturucunun yaptığı etkiyi, burada serum yaparak kişinin beynini kullanma kapasitesini arttırıyor. Ve ‘Lucy’dekinin aksine, burada beyin kötülüğe çalışıyor. Film, psikolojik gerilimlerde ve kimi korku filmlerinde sıkça rastladığımız psikanalitik çözümlemelerle karakterleri kurtuluşa götürecekmiş gibi davransa da, sonunda bize “kötülüğün dayandığı sebepler yoktur, kötü kötüdür” gibi bir sav sunuyor. Yani dediğim gibi bilim, o şeytanlığın ‘dirilmesine’ olanak sağlıyor, yoksa şeytan hep şeytan. Filmin en sevdiğim kısmıysa ilk olarak ‘siyah’ karakteri öldürerek geleneğe sâdık kalması; üstelik iyi kalpli, seks objesi, tatlı kızı da sona bırakarak…