Orta Yeri, Sinema'da bu hafta Christopher Nolan'ın ‘Yıldızlararası’ filmi var.
EVRİM KAYA
Tutulamayan sözler
‘Yıldızlararası’, Christopher Nolan
Christopher Nolan’ın 2006 yapımı filmi ‘Prestij’, iki illüzyonist arasındaki rekabeti anlatan, etkileyici bir yapımdı ve adını, filmde yapılan illüzyon tanımından alıyordu. Kabaca özetleyelim: Seyircinin önüne ‘normal’ bir gerçeklik konur. Bir kart destesi, tek parça bir kadın, bir şapka ya da güvercin. İkinci aşamada, bu sıradan gerçeklik gerçeküstü bir şeyle yıkılır. Kadın ortadan ikiye ayrılır, güvercin kaybolur. Kaybetmek, kesip biçmek kolaydır, oysa seyirci ilk adımdaki gerçekliğin tekrar kurulmasını bekler, illüzyon ancak o zaman tamamlanır, alkış başlar. Prestij, üçüncü aşamanın ismidir; başlangıç noktasına dönülen andır. İroniktir, Nolan’ın filminin kendisi, bildiğimiz dünyanın fizik kuralları içinde geçen birinci aşamasına dönmek yerine uçuk bir gerçeküstü resimde kapanıyor, illüzyonla çıktığı yolculuğu sihirle tamamlıyordu. ‘Prestij’in en önemli eksiği, bir prestij ânının yokluğuydu.
Kökenleri resimde mi, tiyatroda mı, şiirde mi, müzikte mi tartışaduralım, sinema en çok illüzyona benzer. Belki bu yüzden, prestij ânı, her filmin başarısı için iyi bir ölçüt olabilir. Kötü haber: Nolan’ın yönettiği, 165 milyon dolarlık bütçesiyle yılın en iddialı filmi olan ‘Yıldızlararası’ da aynı yerde çakılıyor. Filmin başında kurulan gerçeklik gösterişli bir biçimde yerle bir edilirken, bu durum hipnotize edici bir illüzyon gibi keyifle izleniyor, ancak uzayda dağılan parçalar yerli yerine konduğunda bambaşka bir gerçeklikte olduğumuzu anlıyoruz. Güzel asistanın, tek parça olsa da kolları bacakları ters; uçması gereken güvercinin de doldurulmuş olduğunu fark ediyoruz. Üç saati aşkın süresi boyunca filmi zayıf ama güçlü kollarında taşıyan Matthew McConaughey’in canlandırdığı Cooper’ın, kayınpederinden aldığı ve dinlemeyi başardığı öğüdü, filmin senaryosuna imza atan Nolan kardeşler duymamış gibi: Asla, tutamayacağın sözler verme – on yaşındaki kızına da, sevgiline de, seyirciye de...
Filmin ilk yarıda verdiği sözler, aşağı yukarı şöyle: Duygusal olsa da soğukkanlı bir aile tasviri, hikâye yakın gelecekte geçse de Amerikan kırsalının bugününden çok uzaklaşmayan bir estetik, basitleştirilmiş olsa da üstüne yerleştiği masayı devirmeyen bir bilimsellik. Oysa filmin, karadeliğin içine yolculukla başlayıp zamanın içinde mısır tarlasında gezer gibi gezinen, beşinci boyuta evrimleşmiş gelecek nesillere bağlanan finali ve anlamsızlaşana kadar altı çizilen baba-kız aşkı teması, bu sözlerin tutulmasını olanaksız kılıyor. Şu kadarını söyleyeyim: Karadeliğin içi, evdeki kütüphanenin arkasına çıkıyor ve o macera, kahramanımızın gözlerini bir hastanede açmasına bağlanıyor.
Nolan’ın olağanüstü bir teknik adam olduğuna kuşku yok. Ancak ilk filmi ‘Takip’ten ve elbette, 14 yıldır tahtı sarsılmayan başyapıtı ‘Memento’dan beri, esas mucizesi, hassas teknik adamlığının senaryo ve kurguda hissediliyor oluşuydu. ‘Yıldızlararası’nın nefes kesen atmosferini ise, tam tersi, tekniği gayetle vasat kurgusu ve gitgide daha tanıdık, daha yavan duygusallıklara dolanan senaryosu, zayıflattıkça zayıflatıyor. Durmadan propagandasını yaptığı keşif ruhu, bilimsellik, mühendis kafası da yavaş yavaş içi boş bir fetişe dönüşüyor. Evrim Tanrı’dan daha mistik bir güce yükseliyor, teori ucuz aile dramına indirgeniyor. “Sevgi en büyük güçtür” demek için galaksileri aşmaya gerek var mı sahiden? Bana gündüz programlarını izleseniz kâfi gibi geliyor.
Velhasıl, etrafta “Nolan ‘2001’ gibi bir şey çekmiş”, “Kubrick gibi adam” filan diye dolaşanları gördüğünüzde, ağızlarına sert bir cisimle vurun. Hafifçe tabii. Yıllar geçiyor, Kubrick büyüyor.