Amerikan rüyasına bambaşka bir açıdan bakan ‘Timsah Park’, kurduğu dünyası, garip ama canlı karakterleri, ustalıklı dili ve anlattığı yolculuğuyla Pulitzer’e aday olmuş gencecik bir yazarın romanı.
BANU YILDIRAN GENÇ
Kurgu metinlerde özellikle romanlarda mekân kavramı okuyucuya birçok şey sağlar. Bazen sadece bir fon olarak olayların yaşandığı yeri tanıtır, bazen atmosferi ve toplumu anlatır. Bazı romanlarda ise mekân neredeyse kitabın kendisiyle, karakterleriyle bütünleşmiştir. İşte ‘Timsah Park’ da böyle bir roman. Olayların geçtiği On Bin Ada’nın betimlendiği yerler oldukça fazla, hemen hemen her bölümde bataklıklardan, çukurlardan, Hint defnelerinden, ayakotlarından, ağaç köklerinden bahsediliyor çünkü yaşanan coğrafya karakterleri çözmenin yegâne yolu.
Bizim gibi çok da farklı yer şekli bulunmayan bir kara parçasında bu romanı okuyan okur ise er geç google’a ‘Florida On Bin Ada’ yazıp, görsellerde arama yapacaktır. O fotoğrafları, nehirleri, bataklıkları, çalıları, bir labirent misali birbirine bağlanan adaları gördükten, ne kadar garip bir yerleşim yeri olduğunu anladıktan sonra romanı anlamak, Ava’nın yaşadıklarını hissetmek kolaylaşacaktır. En azından benim için öyle oldu.
Yaprak dökümü
Bigtree Kabilesi, On Bin Ada’nın birinde yaşayan ve Timsah Park adında bir eğlence parkı işleten anne ‘baba’ üç çocuk ve bir büyükbabadan müteşekkil bir aile. Okurlara çok ‘normal’ gelmeyecek bir yaşantıları olsa da mutlu sayılırlar. Her şey anne Hilola Bigtree’nin hastalanıp ölmesiyle başlar. Anne kanserle boğuşurken büyükbaba bunar, bakımevine yatırılır, parkın en önemli gösterisi Hilola’nın yokluğu sebebiyle iptal olur, ziyaretçi sayısı günbegün düşer. Geride kalanlar annenin yokluğuyla baş etmek için farklı yollar bulurlar: Baba, Şef Bigtree hiçbir şey değişmeyecekmiş, her şey yolundaymış gibi davranmaya başlar. Ağbi Kiwi babanın hayalperestliğinden bunalıp evin erkeği rolünü üstlenir ve anakaraya çalışmaya gider. Abla Osceola ruhlarla konuşmaya başlar, hatta onlardan birine âşık olur. En küçük kardeş Ava ise 13 yaşında yapayalnız kalmanın verdiği güvensizlikle timsah güreşlerinde annesinin yerini almayı umar.
Adada yalnız kalan Ava’nın bir hayaletle evlenmek üzere evden kaçan ablasını bulmak üzere uzun bir yolculuğa çıkışı romanın merkezindeki çekirdek olayı oluşturuyor. Bir yolculuk romanı gibi de okuyabileceğimiz ‘Timsah Park’ aslında başında ‘Aynanın İçinden’den bir alıntı yaparak harikalar diyarındaki Alice’e göz kırpıyor. Ava ve Alice’in aynı yaşlarda olması, abla figürü, ölüler ülkesine yapılan yolculuk benzer temalar.
Bir anda dünyası tepetaklak olan Ava, daha annesinin yokluğuna alışamamışken, babası, ağbisi ve ablasının peş peşe ve birbirlerinden habersiz gitmeleriyle boşluğa düşer. Ablasını bir hayaletle evlenip gitmeyi kararlaştırdığı ölüler dünyasından geri getirmesi gerekiyordur, vereceği kararlardan önce içinde annesinin sesini duymayı, onun tarafından onaylanmayı isteyecek kadar çocuktur halbuki Ava. En sonunda adanın yerlilerinden Kuş Adam’ı bu yolculuğa çıkmaya ikna eder.
Şehirde büyüyenler çocuk yaşlarda yabancılara güvenmemeyi, yabancılarla konuşmamayı öğrenir. Oysa bir adada sadece beş kişi yaşıyorsanız, gördüğünüz yabancı insanlar üç beş saat kalıp gidiyor, dış dünyayla bağlantınızı bir feribot kaptanı sağlıyorsa, insan doğası gereği inanır, güvenir çünkü herkesi kendisi gibi sanır. Yolculuk sürerken okurun da güvendiği bir karakterin yaşattığı hayal kırıklığı, özellikle Ava’nın sevgiye duyduğu açlığın yön verdiği davranışları yüzünden durmaksızın kendisini suçlaması, neredeyse boğazınızda bir yumru, romanın içine sızıp çaresizlik içinde kıvranan çocukları avutmak istemenize yol açıyor.
Bigtree ailesi, beyaz ırktan ve anakaradan oldukları halde Timsah Park Aile Müzesi’nde kendilerine yalandan bir Kızılderili tarihi uyduracak, büyük kızlarının adını ABD’ye karşı gelen bir yerli kadın liderden esinlenecek kadar insancıl; doğayla iç içe bir yaşam sürerek timsahlara dokunmayıp onlarla birlikte yaşamayı öğrenecek, Judy Garland adını verdikleri bir ayıyı besleyecek kadar barışçıl; Timsah Park’ı yaşatıp anakaradaki plastik ve sahte eğlence parkı Karanlıklar Âlemi’yle aşık atacak kadar da iyi niyetli ama maalesef bütün hikâyelerde olduğu gibi iyiler kaybetmeye mahkûm.
ABD’nin On Bin Ada’yı savaşlarla, kıyımlarla Kızılderililerin elinden alması, daha sonra suyun altındaki bataklıkları işlenecek toprak diye saf Amerikan köylülerine satması da Timsah Park’ı okurken öğrenilen tarihin bir parçası.
Resmi tarihin es geçtiği gerçekler
Roman, bataklığı kurutmaya çalışan Tarım Bakanlığı’nın uçaklarla Hint defnesi tohumu serpmesi ve bu bitkinin salgın gibi adaları sararak canlılara yaşam alanı bırakmaması, yeni yollar açmaya gönderilen ve ölüsü bile bulunamayan işçiler, su üstünde oldukça konforlu bir yaşam kurulmuşken boşalttırılmış evlerden oluşan Stiltsville gibi gerçek ayrıntılarla dolu ve Karen Russell doğmuş olduğu coğrafyayı anlatırken hiçbir biçimde dikte etmiyor, öğretmiyor, kurgunun bir parçası olarak diyaloglara, düşüncelere resmi tarihin es geçtiği bu gerçekleri serpiştiriyor.
Amerikan rüyasına bambaşka bir açıdan bakan ‘Timsah Park’, kurduğu dünyası, garip ama canlı karakterleri, ustalıklı dili ve anlattığı yolculuğuyla Pulitzer’e aday olmuş gencecik bir yazarın romanı. Püren Özgören”in başarılı çevirisi ve açıklayıcı dipnotları da okumayı oldukça kolaylaştırıyor.