DİCLE TUBA KILIÇ
Doğanın, yaprakların üzerine, ırmakların kıyılarına, bulutların izlerine yazılmış ve çiğnenmesi yıkıma neden olacak hakları vardır. Son dönemde pek çok yıkıma şahitlik ediyoruz; kuraklıklar, seller, önü alınmayan yangınlar ve daha nicesi. Bu yıkımların son örneği olan pandemi, bizlere doğaya yapılan haksızlıkların, tüm haksızlıkların temeli olduğunu gösterdi.
Son yüzyılda gezegenimizdeki yok oluş, binlerce yıllık etkimizin fazlasıyla önüne geçti. Tüm varlıkların olumsuz etkilendiği ve varlık-yokluk savaşı verdiği bir sistem inşa ettik. Bu arada, milyonlarca hayvanın ölmesine, yüz binlercesinin yuvasız ve gıdasız kalmasına, binlercesinin kafeslere mahkûm olmasına seyirci kaldık. Derelerle, ağaçlarla başlayan yok oluş, dünyanın en büyük nehirlerine ve orman ekosistemlerine kadar uzandı. Kutuplardan tropik bölgelere, dağların zirvelerinden okyanusların derinliklerine kadar her yeri etkisi altına aldı. Bize uzak görünen tüm bu yok oluş artık şehrimizde, evimizde.
Tüm bunlar aslında insanın doğadan kopuşunun bir sonucu. Güçlü olanın zayıfı ezdiği, farklı olanın dışlandığı, boyun eğmeyenin zulme uğradığı bir dönemdeyiz. Bilim ve teknoloji büyük bir hızla ilerlerken, hoşgörü ve sevgi gibi değerler sistematik bir şekilde yok edilmeye çalışılıyor ve hak mücadeleleri artsa da, ne yazık ki haksızlıklar azalmıyor.
“Artık bu düzene hiçbir şey olmaz” derken, pandemi başladı. Salgın, dili, dini, ekonomik durumu ne olursa olsun, dünyanın neresinde yaşarsa yaşasın, tüm insanları alt üst etti. İnsanlığın kendini her şeye egemen görerek kurduğu ve yıkılmaz sandığı sistemleri kökten sarstı. Bu sarsılmayla birlikte, bugüne kadar görmezden geldiğimiz haksızlıklar ve yok oluş gündemimiz oldu. Pandeminin ekonomik ve sosyal sonuçlarını tahmin etmeye çalıştığımız, yeni düzenleri konuştuğumuz, hakkaniyet ve birlik arayışının yoğunlaştığı bir dönem başladı.
Yaşatmadan yaşayamayız
Tüm varlıklar, hepimiz, birbirimize ayrılmaz bağlarla bağlıyız – doğanın görünmez bağlarıyla... Hepimizin neşesi, acısı, yaşamı ve ölümü birbirini etkiliyor. Pandemi bize bir kez daha, yaşatmadan yaşayamayacağımızı gösteriyor.
Şimdi yeni bir oluşa ihtiyacımız var. Yeniden doğa olacağız. Her varlığın yaşam sorumluluğunu alacağız. Bir yandan mücadele verirken, bir yandan doğanın neşesine karışacağız. Birlik olacağız, iyiliğe dayalı ilişkiler kuracağız, küçülmekten korkmayacağız. Binlerce yıldır doğayla uyumun sırlarını taşıyan doğa kültürünü ortaya çıkaracak, söyleyecek ve yaşayacağız.
Bu yüzden bu dönemde doğa kültürünün binlerce yıldır kesintisiz olarak yaşamaya devam ettiği ‘kadim üretim havzaları’nı anlamaya daha fazla ihtiyaç duyuyoruz. Bunlar, insanın doğayla birlikte, doğanın bir parçası olarak yaşadığı alanlar. Anadolu’da, Güney Amerika’da, Afrika’da, hemen her yerdeler. Burada üretimlerin mülkiyete dayalı sınırları yok; doğanın sınırları esas alınarak bir topluluk tarafından kolektif bir biçimde yapılıyor. İnsanlar doğadaki diğer canlılarla birlikte, doğanın sahibi gibi değil, oradaki herhangi bir canlı gibi, bir ağaç gibi, bir kuş gibi davranarak yaşamını idame ettiriyor. Merkezsiz, hiyerarşisiz ve tamamen iyiliğe dayalı ilişkiler kurarak.
‘İklim değişikliğine uyum’ dediğimiz, içinden çıkamadığımız, altını dolduramadığımız şeyin cevabı bu alanlarda var. Bu alanlarda, iklim bu kadar hızlı olmasa da zaten kendiliğinden büyük değişimler geçirmiş. Buradaki yöntemler, tohumlar, ağaçlar, hepsi iklimin dalgalanmalarına uyum sağlıyor. Kadim üretim havzalarında devam eden yaşam, masa başında planlanmış, alternatif bir yaşam biçimi değil, bizden evvel yaşayanların ispat etmiş olduğu, çok önemli bir bilgi hazinesi. Sayısız araştırma yapılması gerekiyor ki bizden öncekilerin, doğayla birlikte nasıl yaşadıklarını öğrenelim.
Hepimizin daha çok soru sorduğu bu dönemde, bu soruların cevapları doğada. Her ağacın yapraklarında, her kuşun kanadında, her nehirde, ormanda, uzaya savrulmuş yıldızlarda ve kim olursak olalım, içimizdeki doğada. Bu nedenle şöyle diyoruz: Doğaya sor!
* Doğa Derneği