Norveç Helsinki Komitesi İnanç Özgürlüğü Girişimi'nin her yıl düzenli olarak yayımladığı ‘İnanç Özgürlüğünü İzleme Raporu’nun Temmuz 2013-Haziran 2014’ başlıklı sonuncusunda, uzun süredir inanç grupları tarafından dile getirilen pek çok sorunun halen çözülmediğine dikkat çekiliyor. Proje yöneticisi Mine Yıldırım’la, Türkiye’de inanç özgürlüğünü ve hükümetin bu meseleye yaklaşımını konuştuk.
Fotoğraf: BERGE ARABIAN
UYGAR GÜLTEKİN
uygargultekin@agos.com.tr
-
Hazırladığınız raporlara göre, aynı sorunların devam ettiğini görülüyor. Ancak, bir yandan son 15 yıl içinde hükümet önemli yasal değişiklikler, düzenlemeler de yaptı. Şu an gelinen nokta nedir?
Dediğiniz gibi, özellikle 2000’lerin başında hızlı bir reform süreci yaşandı ve önemli değişiklikler yapıldı. İnanç özgürlüğünün bazı alanlarında rahatlamalar sağlandı. Dernekler kanunda yapılan değişiklikle, Yehova Şahitleri bir tür tüzel kişilik kazanarak, resmî olarak kabul edilmeyen varlıkları için çözüm bulundu. Yoksa kolayca marjinal bir konuma itilebilirlerdi. Bunun gibi pek çok konuda önemli açılımlar yapıldığı bir gerçek. Ancak, bir yandan uzunca zamandır çözüm bekleyen sorunlar da var. AİHM tarafından defalarca mahkûm etmesine rağmen, Türkiye “vicdani ret hakkı”nı tanımamakta ısrar ediyor. İbadet yerleriyle ilgili düzenlemeler yapılsa da bir türlü uygulamaya geçilemedi. Cem evlerinin yaşadığı zorluklar, büyük sıkıntı. Dolayısıyla, son 10 yılda, gerçekte az şey yapıldığını görüyoruz. Siyasi bir irade gösterilebilseydi, bekleyen pek çok sorun bugüne kadar çözülebilirdi. İktidarın bu sorunları çözmek için fırsatı vardı, ama genel olarak sınırlı bir çoğulculuk genişlemesine yöneldi, bütün kesimlere elini uzatmadı. Özellikle Lozan azınlıklarıyla diyaloğa girerek, önceki iktidarlardan farklı bir tutum alması, sınırlı bir çoğulculuk anlayışı olduğunu göstertiyor. Ateistler, Protestanlar, Bahailer gibi pek çok kesim, bu mutlu aile tablosu içinde yok.
-
Bu nasıl bir seçicilik?
Satır aralarını okursak, iktidarın özellikle Osmanlı deneyimini dikkate aldığı görülecektir. Bu yüzden Lozan azınlıklarıyla yeniden bir diyalog kurulurken, diğer kesimler bu kapsam içinde değerlendirilmiyor.
-
AİHM’in inanç özgürlüğü konusunda önemli kararları var. Ancak hükümet bunları uygulamamakta kararlı görünüyor. Direnç neden?
İktidarın inanç özgürlüğüyle ilgili gerçek bir değişimin önünü açması gerekiyor. Bu gerçek değişim de çok köklü adımlar gerektiriyor. Herkes için inanç özgürlüğü, yasalar tarafından güvence altına alınabilmeli. Ateistler için de, Aleviler için de... Ama Başbakan’dan ateistleri aşağılayan, dışlayan bir söyleme tanık olduk. Herkes için inanç özgürlüğünü kabul etmekte zorlanıyor; kapsamını oldukça sınırlı algılıyor. Vicdani ret hakkını, inanç özgürlüğü kapsamında değerlendirmiyor, AİHM kararlarını tanımıyor. Hâlâ dinsel açıdan neyin meşru olup olmadığıyla ilgileniyor. Bu alanı inançlara bırakmıyor. O yüzden kendinden önceki iktidarların yaptığını devam ettiriyor. İlk başta hükümetin söylemleri farklı olsa da, meseleyi kendi algıladığı şekliyle yapmaya devam etti. Aynı refleksi korumaya devam ediyor. Hangisi meşru, hangisi değil buna karar verme gücünün kendisinde olmasını istiyor. Problem de bu yaklaşımında zaten. AİHM’in önemli kararları var. Özellikle “din kültürü ve ahlak bilgisi” dersiyle ilgili iki kararı var. Yeni hazırlanan müfredatın da, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’yle uyumlu olmadığını söylüyor ama Başbakan ve Cumhurbaşkanı bunu reddediyor. Devletin din eğitimi alanında tekelini devam ettirmek istediğini görüyoruz. Bu yüzden, köklü adımlar atmak istemiyor.
-
Hükümetin bazı fırsatları kaçırdığını söylediniz. Ne gibi fırsatlardı bunlar?
Yeni anayasayı oluşturma süreci vardı. Önemli bir fırsattı. Türkiye’de sivil toplumun ve inanç gruplarının yoğun katıldığı bir süreçti. Kaçırılmış bir fırsat oldu. AİHM kararlarının uygulanması için hükümetin önlem alma zorunluluğu var. Yasal değişiklikler yapmalı; uygulamada sorun varsa o sorunları gidermeli. Yapmış olduğu yasal reformlarla bunları uygulama fırsatı varken, bu fırsatı kullanmadı.
-
Ergenekon Davası gibi davalarda sanıkların serbest bırakılması, kaygıları artırıyor mu? Zirve Davası örneği var.
En önemlisi, etkin soruşturma yapılmadığı kaygısı. Zirve Davası’nda da böyle bir algı oluştu. Bu davaların itibarsızlaştırılmak istendiği algısı var. Bu büyük bir güvensizlik yaratıyor. İlk zamanlarda başka bir şey anlatılıyordu, şimdi başka bir şey anlatılıyor. Bütün bunların cezasızlıkla sonuçlanması ve özellikle Zirve Davası’nda bütün azmettiricilerin ve arkalarındaki güçlerin peşine düşülmemesi, sorumluların sadece 5 kişiyle sınırlı olacağına dair bir endişe var.
-
İbadethanelere yönelik saldırılar da yaşandı.
Geçen yılki raporda da var, bu yılki raporda da... Geçen yıl yaşanan saldırılardan sonra ne oldu diye dönüp baktığımızda, cezasızlıkla sonuçlandığını görüyoruz. Bu kaygı verici bir durum. İbadet yerlerinin güvenliği, dışsal meselelere çok bağlı. Sinagog saldırıları İsrail’le, cem evi saldırıları ise Suriye meselesine bağlı olarak gelişiyor. Özellikle, soruşturmaların sonucunda hiçbir şey olmaması kaygı verici. Bunu hayatın normal bir parçası olarak görmeye başlıyorlar. Bu büyük bir sorun.
14 Haziran 2014’te İstanbul’un Esenyurt ilçesinde bulunan ve Caferi cemaati tarafından kullanılan Allahu Ekber Cami’nin imama odası kimliği belirsiz kişiler tarafından kundaklanmıştı. Olayın failleri halen bulunamadı. |
-
Zorunlu din dersleri konusunda devletin büyük bir direnci var.
AİHM, ilk olarak 2007’de Alevi bir ailenin başvurusu üzerine karar verdi. Ailenin çocuklarını kendi dinî ve felsefi görüşleri doğrultusunda yetiştirmesi hakkının ihlal edildiğini ve muafiyet hakkının yetirince geniş uygulanmadığını belirtmişti. Hükümet bunun üzerine kitaplarda revizyona gitti. Ama, AİHM bu yıl verdiği kararda, yeni müfredatı da mahkûm etti. Bu ikinci karar çok önemli. Mahkeme, çocukları evde öğrendiği değerlerle okulda öğrendikleri arasında bir çatışma yaşayacak dedi. Türkiye’yi din eğitim konusunda reform yapmaya çağırdı. Muafiyet hakkının da yeterli olmadığını söyledi. Bu sorunun mağduru olan en büyük grup Aleviler olsa da, ateistler de bu durumdan şikâyetçi. Hatta din eğitimini beğenmeyen ve derse göndermek istemeyen Sünniler de var. Bazı insanlar neye inandığını bilmeyebilir. Çocuk da bir birey ve inanç özgürlüğü var, ama bu durum kimsenin gündeminde değil. Çocuk da, kendi kapasitesinin geliştiği ölçüde bu kararı verebilmeli. Hükümette bu meseleyle ilgili büyük bir direnç olduğunu görüyoruz. Din kültürü ve ahlak bilgisi dersinin dinler hakkında olduğunu savunuyorlar ama maalesef bu doğru değil, Sünni İslam’ı anlatıyor. Bu dersin, dinler hakkında nötr bir derse dönüşmesi gerekiyor.
-
Başörtüsü serbestliğiyle ilgili atılan adımlar var.
Kamuda serbest olması önemli bir gelişme. Umarım kısa süre sonra, haç takma gibi sorunları da konuşmaya başlayacağız. Gayrimüslim nüfusu kamuda göremediğimiz için, sadece başörtüsünden bahsetmek zorunda kalıyoruz. Kamuda, bütün inanç gruplarından insanların, inançsızların da temsil edilmesi sorununun devam ettiği açık. Başörtüsü serbestisiyle, din veya inanç temelli ayrımcılık ortadan kalkmış olmadı.
‘Ermenilerin Patrik seçmesi önünde bir engel yok’
-
Patrikhaneler gibi dini kurumların tüzel kişilik meselesi en önemli meselelerden biri sanırım?
Örgütlenme özgürlüğü, zaten Türkiye’de oldukça sınırlandırılmış bir alan. Özellikle inanç gruplarının örgütlenme özgürlüğü söz konusu olduğunda, Cumhuriyet’ten itibaren bu konuya büyük bir şüpheyle bakılıyor. Çok kısa süre öncesine kadar dinî amaçla dernek kurmak yasaktı. Belirli bir inanç grubuna hizmet edecek vakıf kurmak hâlâ yasak. Sadece cemaat vakıfları var ve iyileştirilmelerine rağmen çok ciddi sıkıntıları var. Tüzel kişilik meselesiyle aslında esas sorun ortaya çıkıyor. Türkiye’de hiçbir inanç grubunun, inanç grubu olarak tüzel kişiliği yok. Bir dernek kurabiliyorsun, ama bu bir ‘A Cemaati’ olamıyor. Fakat biz ilk başta bunu, gayrimüslim cemaatlerin tüzel kişilik talebi olarak duyduk. Ancak bunu, sadece Lozan azınlıklarının değil, bütün inanç gruplarının bir talebi olarak gördük. Müslümanlar da dahil. Burada bir inanç grubu tüzel kişiliğinden bahsediyoruz, vakıf veya dernekten bahsetmiyoruz. Farklı bir tüzel kişilik yapısının gerekli olduğunu söylüyoruz. AİHM, Macaristan’la ilgili kararında, devletin bu tür bir tüzel kişilik kazanma imkânını, pozitif bir yükümlülük olarak nitelendirdi. Devletler bunu sağlamak zorunda. Yakın zamanda, AİHM’e bu yönde taleple gidilirse kazanma ihtimali yüksek olur ve süreç başlayabilir. Ama bunun dışında, bizim kendi ülkemizde böyle bir sürecin başlamasını kısa vadede zannetmiyorum. Çünkü iktidar da konuyla ilgili gözükmüyor.
-
Başbakan, Cumhurbaşkanı düzeyinde cemaatin dinî liderleriyle görüşmeler yapılıyor, ancak tüzel kişilik konusunda bir adım atılmıyor. Neden direnç var?
Eskiden kalan korkuların yarattığı bir refleks olabilir. İnanç gruplarının örgütlenmesi, genel olarak korkulan bir şey. Dolayısıyla, bir nedeni bu olabilir. Lozan azınlıkları bağlamında, onların örgütlenme haklarını etkili bir şekilde kullanmaları istenmiyor olabilir. Eğer böyleyse, Patrikhane, hiçbir zaman bir tüzel kişiliğe sahip olamaz ve etkili olamaz. Fakat bu konudaki talepler, bütün inanç grupları tarafından daha çok dillendirilecek. Çünkü iyi bilinen bir konu değil. Tüzel kişilik sahibi olmanın önemi, sorunları konuştuğunuzda ortaya çıkıyor. Bir an önce bu meselenin çözülmesi gerekiyor.
-
Ermenilerin Patriklik seçimi konusunda bir devlet müdahalesi var. Şu anda Patrik seçemiyor. Devletin kendisi yeni bir makam yarattı. Böyle bir müdahalenin dayanağı var mı?
Hiçbir yasal dayanağı olmayan bir müdahale. Lozan azınlıklarının dinî liderlerinin atanması konusunda bir müdahale var şu anda. Osmanlı’dan beri sürdürülen bir gelenek... Bu durum, inanç gruplarının son derece belirsizlik içinde bırakıyor. Bunun kuralları her seferinde değişebilir, yazılı bir kural yok çünkü. Kimse ne beklemesi gerektiğini dahi bilmiyor. Devlet, cemaatlerin kendi yöneticilerini seçme ve atama konusunda yetkisiz bırakıyor. Ermeni cemaatinin yaşadığı sorun, çarpıcı bir örnek. Patrik seçimi yapılmak istendi, devlet başka bir formül gösterdi. Devlet teolojik bir adım attı, belirleyici bir rol üstlendi. Ermeni cemaati şu anda kendi başına bir Patrik seçimi yapsa, bunun önünde bir engel yok. Öyle bir adım atılabilir.
-
Vakıflarla ilgili önemli iyileştirmeler yapıldı. Ancak vakıflar, yönetmelik olmadığı için seçim yapamıyor.
Yönetmelik direncini anlamak gerçekten çok güç. Örgütlenme haklarını daha etkili kullanmaları için vakıflar kanunu çıkartıldı, ama diğer taraftan en alıcı kısmı olan kendi yöneticilerini seçme hakkı konusunda yetkisiz bırakıldılar. Var olan yönetim kurullarıyla devam etmek zorundalar. Bunun kabul edilebilir bir nedeni yok. AİHM’e, hatta Anaysa Mahkemesi’ne bile gidilse, iyi bir karar çıkabilir.