Orta Yeri Sinema'da bu hafta 'Kayıp Kız' var.
EVRİM KAYA
Öldüren Bağyan
‘Kayıp Kız’
Gillian Flynn’in aynı adı taşıyan romanından kendi elcağızıyla senaryolaştırdığı ‘Kayıp Kız’, sırrını filmin ortalarında bir yerde açık eden şık bir David Fincher gerilimi. En güçlü tarafı filmin bütün kartlar açık edildikten sonra düşmek bir yana dursun, yükselen temposu ve kolayca akıllara kazınan stilize atmosferi: En stilize haliyle New York, en stilize haliyle taşra, en stilize haliyle aşk, seks, şiddet ve kan.
Bir değil, iki değil, üç dört film yoğunluğunda ilerleyen film, seyircinin kafasını bulandırmayı çok iyi başarıyor, bu haliyle de Fincher’in ‘ters köşe’ filmleri ‘Yedi’nin ve ‘Oyun’un verdiği tadı veriyor. Belki daha da yoğun bir baş dönmesi yaratarak.
Hikâyemiz bir zamanlar birbirlerine tutkuyla bağlı bir çiftin beşinci evlilik yıldönümlerinde açılır. Çoktan bitmesi gereken evliliği yüzünden daha sabah içmeye başlayan, yarı zamanlı akademisyen/bar sahibi/başarısız yazar Nick Dunne, hem çok güzel, hem çok sarışın, hem çok zarif, çok okumuş, çok yazmış, çok akıllı, haliyle çok sinir bozucu ve kesinlikle çok sahte karısı Amy’nin ortadan kaybolduğu haberiyle kalakalır. Güvenilirliği tartışmalı geri dönüşlerde çiftimizi tanıdıkça bir süre tutunacağımız dal konusunda bocalasak da, tarafımızı seçmemiz uzun sürmez. Ancak dört filmle değilse bile 145 dakikalık dört perdeli bir filmle karşı karşıya olduğumuzdan taraf seçmek işleri kolaylaştırmak yerine, kurbanla kurban olacağımız, yürek hoplamalarıyla kıvranacağımız bir çileye eyvallah demek anlamına gelmektedir. Elbette güzel bir sapığın peşinden sürüklenirken sapıkça zevk almanın mümkün olduğunu da kabul etmek gerek.
Ama bana sorarsanız bir başyapıtla karşı karşıya değiliz. Soderbergh’in geçen yıl gösterime giren filmi ‘Acı Reçete’, benzer bir melek yüzlü kötücül ‘mastermind’ portresiyle sinirlere dokunmayı başarıyor, insana “ah o hep iftiraya kurban giden, zavallı ilaç şirketlerinden kaç lira aldın birader”, dedirtiyordu. Aynı yerden bakınca, Fincher bir tür ‘entel kadın dırdırından bıkmış sert çeneli taşra delikanlıları’ lobisine hizmet etmiş gibi. Hem roman, hem film için hemen akla gelen kadın düşmanlığı suçlamasında da şaşılacak bir şey yok. Filmde bir tür karanlık mizahla gelen şiddetin insana pek hoş geldiği, hatta hafiften bazı kadınların kafalarını kırıp içine bakmanın pek de fena bir şey olmayabileceği fikrini yarattığı doğru. Lakin ben bu “zavallı taşralı düz adam” – “zekasıyla adam öldüren gıcık sarışın” karşıtlığına, politik doğruculuk yapan bir feministin bayramlık ağzı açılmadan da itiraz edilebileceğine inanıyorum.
Filmin yumuşak karnı bizzat alamet-i farikası, yani hiç de göründüğü gibi olmayan güzel sapığı. Rosamund Pike’ın kırılganlık-tatlılık-saldırganlık-aklı başındalık-manyaklık-tekrar kırılganlık arasında kuyumcu terazisinde gidiş gelişlerle canlandırdığı Amy karakteri ile Hitchcock sarışını nişanını hak ettiği doğru. Ancak senaryo Amy’nin karanlığını abarttıkça inandırıcılığını, daha da fenası motivasyonunu yitiriyor. Tempo düşmediğinden akla pek gelmeyen “neden?” sorusu bir kez şişeden çıktı mı, filmin façasını epey dağıtıyor. Bir de, üzülerek söylüyorum, Pike bir Kim Novak olabilir ama Ben Affleck ne bir Cary Grant ne de bir James Stewart. Onun o uykudan yeni kalkmış, masum halleri basbayağı iç kıyıyor...