Deniz Gedizlioğlu sezonun uzun isimli dizisini Agos için izledi: ‘Bana Artık Hicran De.’
DENİZ GEDİZLİOĞLU
deniz.gedizlioglu@gmail.com
Merhaba.
Dikkat ediyor musunuz bilmem, televizyonda yeni sezon başlamış durumda ve her yeni sezon gibi ortalık pek latif. En cafcaflı filtreler ve kalpleri en çok ısıtacak numaralar bu ilk haftalarda oluyor malumunuz, kaçıran çok şey kaybeder. Bugün, bu güzel renkli dizilerden hususiyle bir tanesine değineceğim: ‘Bana Artık Hicran De.’
Hicran gözü açılmamış bir kız çocuğu iken gönül derdine düşüp sonunda kızını (içi acıyarak-burası önemli) başından atmak isteyecek ve bu esnada büyük bir araba kazası geçirecek genç bir kadın. Kaza yerine büyük bir telaşla koşturan iki adet zengin ve fiyakalı adamın varlığı, gönül işlerinin epey karmaşık bir vaziyet almış olduğuna dair fikir veriyor. Ancak ta 90’larda başladığını anladığımız bu olayların nasıl olup buraya geldiğini kısım kısım öğreneceğiz belli ki.
Kontrastlar, kontrastlar...
Her melodram birtakım zıtlıklar üzerine kurulmalıdır ki sonradan seçmesi zor olmasın, bunu herkes bilir. Gerçi burada HER ŞEY bu zıtlıklardan ibaret gibi duruyor, ancak yine de dizinin çekilir birkaç numarası var. (Aslı Enver için puanlarım. Duruş: 10, Bakış: 10, Kalite: 10, Asalet: 10, Zerafet: 10) Bu altın kuralın ilk ayağını, zengin ve yakışıklıların çok uzağındaki Hicran’ın dünyası oluşturuyor. Hicran, Türkiye'de bir zamanlar hakikaten var olduğundan artık hiçbir surette emin olamadığım 'geleneksel Türk aile yapısı'nda yaşıyor. Bilirsiniz, burada evler müstakil, komşuluk baki, minik çiçekli desenler ise önemli bir değerdir. Tam burada, Hicran ve karşı evde oturan arkadaşının iki ev arasından teneke kutu sallandırarak mesajlaşmasını takdirle anacağım. Amerikan banliyölerindeki walkie talkie’yle haberleşen komşu çocuklarına “Türkiyeli” kanı zerk edilmiş gibi hissettim ve tüylerim diken diken oldu. Teknolojideki bu ilericiliğe karşın ataerkillikte bir problem yok. Fakat dizilerde genellikle olduğu gibi, burada da anne ve babadan birine iyi, diğerine kötü feodal rolünün düştüğünü hissediyoruz.
İyi feodalin kim olduğunu, yine geleneksel bir el sanatımızın icra edilişinden anlayabiliriz: “The Vitray”. (Dilbilgisi: Burada neden “the” imleci kullanılmış? Çünkü dikkat ederseniz genel anlamıyla vitray sanatı değil, kaybolması istenmeyen değerleri duyumsatacak belli bir tür vitray kastediliyor. Renkli hüzmeler, hoş ud ezgileri ve şiirli laflarla sınırlı. Benzer bir durum için dizilerdeki holding olgusuna göz atılabilir.) Vitraycı Sait Usta; sert, işinin ehli, ağzından az söz çıkan, ama ettiği lafın hiç şüphesiz büyük ağırlığı olan tatlı bir babacık. Hicran’ı da yanında yetiştiriyor. Ama biraz ayak sürüyerek. Erkek olmadığı hâlde sanat öğretilmekle kendisine ne büyük bir lütuf bahşedildiğini, vitray kariyerinin sevgili babasının iki dudağının arasına baktığını Hicran’a her fırsatta hissettirerek.
Açıkçası kendisine kötü feodal rolü biçilmiş olan anneye daha büyük bir yakınlık hissettiğimi söylemek zorundayım. Her çağdaş izleyici gibi ben de Makbule’nin Hicran’ı istemediği bir adamla başgöz etmekteki ısrarından huzursuz oldum, doğru. Ama kadına kendi evinde zevzek muamelesi yapan bir adamın hakkaniyetli bir aile reisi olarak gösterilmesine de itiraz ediyorum müsaadenizle. Hicran bulaşık yıkayacak, “Sen yoruldun bırak annen yıkasın.” Sanki evin işi iş değil. Kadın yemekte iki satır magazin konuşacak, azarlar gibi lafı kestirip atmalar. “Televole izleyen halkımız”ı 90’lı yıllarda kimsenin durduramadığını ve eğer şık bir dille söylersek bu mücadelenin şimdide ve temsili bir kadın bedeni üzerinde verilmesinin biraz kalleşçe bir tavır olduğunu belirtmek zorundayım. Dolayısıyla, kız isteme gecesinde Sait Usta’nın son anda insafa gelerek “Ben kızımı vermem,” deyişinin Hicran’ın yüzüne kondurduğu güller pek coşku yaratamadı. Canımız babamız bizi yine kurtardı, elbette allah razı olsun. Kısmetimiz varmış o pis ve kötü türdeki babalardan birine düşmedik.
Diğer yandan, aynı denklemi zengin yakışıklılar Murat’la Sinan’ın dünyasında da görmek oldukça ilginç. Bu ikilinin sağ ve sol kollarını oluşturduğu holding patronu Recai Bey de sürekli gençleri hizaya çekiyor. Onun o tatlı-sert babacanlığına karşılık, iki yakın arkadaştan Murat’la nişanlı olan kızı ise Türklüğün sıcaklığı nedir bilmeyen mesafeli ve yer yer kaba bir karakter. Yani bir başka problem kadın. Bu sebepten, yaşanacak aşk üçgeninde Murat’ın da yerini alacağına hiç şüphe yok.
“Zıt kutuplar birbirini çekermiş...”
Böylece Murat’la Sinan arasındaki mukayeseye geldik: Sarışın, efendi oğlan ile serseri esmer çocuk. (İkincisini oynayan Buğra Gülsoy'un son üç dizidir 'esmer olan' rolünde bulunduğunu da not düşelim, siyaseten bir yanlışlık sayılmayacaksa eğer.) Zıt karakterde, ancak mutlaka birbirini çok seven iki arkadaş. Biri ciddi, diğeri şakacı (gerçi ikisinde de mizah duygusu olduğu pek söylenemez); biri olay çıkarıyor, diğeri arkasını topluyor; biri iç güveysi, diğeri her gece yatacak başka bir kadın buluyor. Böyle bir ikili arasında çıkacak rekabetin nasıl gelişeceğini öğrenmek isteyenler için tarihte sayısız örnek mevcut, ancak ben doğrudan sonucu söyleyeyim: Sarışın kaybeder. Sebebi Murat’ın efendi karakterinde arayanlar yanılacaktır. Hayır, katiyen bu değil. Murat’ın asıl günahı, orta sınıf bir ailenin beyaz yakalı çocuğu olmaktır. Gönül işlerinde beş para etmeyen bir özelliktir bu. Oysa Sinan da varlıklı bir aileden değildir -çok daha iyisi; YETİŞTİRME YURDUNDAN gelmektedir. Buradaki yürekleri kabartma potansiyeliyle boy ölçüşmek mümkün mü? Nazım Hikmet şiirleri okuyan (tercümesi olasılıkla “TC Selvi Sezgin”), birikiminin tamamını oğluna -'hayır, eğitimine!'- harcamış bir anneyle, zengin olmadığı hâlde karısını aldatan bıyıklı bir bankacının çocuğu olan Murat'ın büyük bir aşk hikayesinde ne işi olabilir? Dizi dünyasının, kalbi kırık yeni orta sınıf gençleriyle dolu olduğunu bilmelisin Murat arkadaş. Yokluk nedir bilmiyorsun, sokak çocuklarının hâlinden anlamıyorsun, entrikalı işlerden de büyük ihtimalle anlamazsın; özetle haddini aşmak üzeresin.
İşin ironik olan kısmı ise şu ki, bu aşk üçgeninde Murat’ın biraz olsun şansını arttıran tek şey, o sevilmeyen nişanlısının varlığı. Başka türlü söylemek gerekirse, Hicran’ın uysal ve sıcak karakterini güzellemek için “sadece iktidar ve parayı sevdiğinin” altı epeyce kalın bir şekilde çizilen bir Lale Hanım’ın bulunması ve öyle görülüyor ki bir miktar aldatılması gerekiyor.
Zor hakikaten, kadın olmak zor iş. İyi ki böyle güzel yazarlar, senaristler var ve ne olunması gerektiğini bizlere sarih bir şekilde gösteriyorlar. Emeği geçen herkesin ellerine sağlık efendim.