Geçen hafta seyircilerle buluşan ‘Hakan: Muhafız’ dizisini heyecanla izledim. Dizinin görsel ve kurgusal başarısının yanı sıra söylemsel boyutu da ilgimi çekti. Özellikle İstanbul’un, birçok söylemsel pratiğin temel nesnesi haline getirilmiş olması, dizinin mekân kullanımında önemli bir başarıya imza attığını düşündürdü bana.
İlk sahnelerden birinde saatinin alarmı çalan Hakan, alarmı kapamak isterken, saati, başucundaki kitap ve dergilerle yere deviriyor. Sağ tarafta, Faysal Erdem’in güçlü, kurumsal bir fotoğrafı ve ‘The Sultan of Success’ manşetiyle bir GQ dergisi, bu derginin hemen üstünde ise Mevlana’nın bir kitabı var. Daha en baştan, maneviyatı temsil eden bir kitapla, zenginliği ve güç sarhoşluğunu temsil eden bir dergi yan yana getiriliyor. Başucunda durduklarından bu iki kaynağı da okuduğunu varsayabileceğimiz Hakan’ın, her iki söylemle de haşır neşir olduğunu kestirebiliyoruz. Nitekim, hem Faysal Erdem gibi güçlü bir iş adamı olmak istiyor, hem de yeri geldiğinde, dizideki diğer bir karakter olan Kemal’in söylemeye başladığı Mevlana sözünü tamamlıyor: “Öfke rüzgâr gibidir, bir süre sonra diner ama dallar çoktan kırılmıştır.”
İki karakter, iki İstanbul
İlk bölümün başındaki sahneler Hakan’ın hayatını anlattığı için genellikle sokakta, şehrin içinde, Kapalı Çarşı gibi yerlerde geçiyor Fakat bölümün ikinci kısmında, Faysal’a döndüğümüzde, kuşbakışı bir şehir görüntüsüyle karşılaşıyoruz. Görüntünün tam ortasında, üzerinde ‘The Faysal’ yazan holding binası yer alıyor. Şehri bir de tepeden görüyoruz; Faysal’ın helikopteri holding binasının tepesine iniveriyor. Asistanı Leyla Hanım’ın “Uçuşunuz nasıl geçti Faysal Bey?” sorusunu, Faysal “Çok trafik vardı” diye, ucuz bir espriyle yanıtlıyor. Faysal’ın, Hakan’ın ilk sahnelerde yaşadığı karmaşık düzenin tam tersi bir düzende yaşadığı böylece tescillenmiş oluyor. Öyleyse, şehir çift yönlü bir kavram olarak işleniyor. Birincisi, içinde yaşanan, sokakları karışlanan, her sokağının başka bir akışı ve hikâyesi olan şehir. İkincisi ise kuşbakışı, bir harita farkındalığıyla canlandırılan, merkezinde ‘The Faysal’ binasının bulunduğu şehir. İlki karmaşıklık, kalabalık ve belirsizlik içinde, ikincisi soyutlama ve genelleme üzerinden kurgulanıyor.
Bu iki şehir arasındaki ayrım karakterlere de yansıyor. Faysal, başkalarının emeğinden beslenen, güç sarhoşu bir holding yöneticisini temsil ederken, Hakan’ın temsil ettiği belirli bir kişilikten söz etmek mümkün değil. Şehri kurtarmakla yükümlü ‘Muhafız’ olduğunu biliyoruz fakat kurtarması gereken şehir gibi kendisinin de tanımlanması güç. Tasavvuf ve kurumsallık gibi farklı söylemler arasında gidip gelen, kime âşık olacağına karar veremeyen, arzu objesinin devamlı yer değiştirdiği, sabit olmayan bir kişilik olarak karşımıza çıkıyor. Faysal’ın belirli bir güç pozisyonunu temsil ediyor olmasıysa, dizinin başında verdiği röportajda yaptığı yorumla daha da netleşiyor. “Napolyon’un bir sözü vardır. ‘Eğer dünya tek bir ülke olsaydı, başkenti İstanbul olurdu’ der. Ben bu sözü şöyle değiştiriyorum: Eğer dünya bir insan olsaydı, kalbi muhakkak Aya Sofya olurdu.” Söyledikleriyle İstanbul’un tapusunu elinde tuttuğu izlenimi uyandıran Faysal, boyuna benzetmeler üzerinden düşünen, her türlü karmaşayı basitleştirerek bir merkezin etrafında toplamaya çalışan bir ego örneği.
Bir nesne olarak şehir
Bir de, bütün bunların ötesinde, dizinin belki de başkahramanı olarak kabul edebileceğimiz İstanbul var. Adeta bir bilinçaltı gibi işleyen tarihsel, bastırılmış bir İstanbul... Tehlikede olan, kurtarılması gereken, sıkıntıları ta 1453’e kadar uzanan bir İstanbul... Fakat bu İstanbul belirsiz bir nesne, yalnızca bir fikirden ibaret. Hatta belki de var olmayan bir nesne, büyük bir eksikliğin yerini tutan bir nostalji. Birçok İstanbullu izleyici, dizide karşılaştığımız mimari eserlerin içine ilk defa bu dizi sayesinde adım atıyor bile olabilir. “Ah, ayağımızın altında olan ama bir türlü değerini bildiğimiz şu İstanbul” derken, nasıl bir nesne olarak İstanbul’dan değil, sadece bir arzudan bahsediyorsak, dizideki İstanbul da çeşitli nesnelere indirgenerek varlığını sürdürebiliyor.
Dizide, Fatih Sultan Mehmet, rüyasında, şehri ölümsüzlerden kurtarmaya yarayacak üç nesne görüyor. Bunlar yüzük, hançer ve gömlek. Karakterler bu nesneleri ararken birçok yapıya girip çıkıyor, haritalar çiziyor, Mimar Sinan gibi tarihsel kişiliklerin izini sürüyorlar. Böylece İstanbul hem bir arzunun, hem de onu savunmak için gelişen bir endişenin ürünü olarak ortaya çıkıyor. Endişe, çünkü eski olan, şehirleşmenin, plazaların (Faysal) gölgesinde boğuluyor. Kaybolan yalnızca bir yapı, mahalle veya mimari nesne değil, aynı zamanda Hakan’a yas tutma fırsatı tanımayan bir yaşam tarzı. Hakan’ın İstanbul’u kurtarma projesi, kısa bir süre sonra çalışmaya başladığı ‘The Faysal’daki şirket dinamikleri içinde boğulmaya başlıyor. Şehri kurtarma arzusu, şirkette yükselme, kendini kanıtlama, pozisyon kovalama gibi endişelerle iç içe geçiyor.
Birbirinden farklı gibi görünen bu iki arzunun birbirine böylesine kenetlenmiş olması, benzetmelerin ne kadar yanıltıcı olduğunu gösteriyor. Dünyayı bir insan vücuduna ve Aya Sofya’yı bir kalbe benzetmek, bir arzu zinciri olan şehri basitleştirmeye, kurumsallaştırmaya ve nesneye çevirmeye yarıyor. Şehri içinde yaşanan, birçok travma ve tarihsel süreci barındıran bir ilişkiler bütünü olmaktan çıkarıp bir projeye dönüştürüyor. Hakan’ın şehrin farklı yerlerinde kaybettiği ve yaslarını tutamadığı sevdikleri de bunun tam karşıtı bir zincir oluşturuyor. Şehir süslü, görkemli, cinsiyetçi söylemin ürünü olan bir nesne değil, tutulamamış yaslarla şekillenen, bir nesneye indirgenemeyecek kadar yayılmış bir melankoli zinciri.
Şehrin hafızası nasıl işler?
Sigmund Freud, 20. yüzyıl Batı düşüncesinin temel taşlarını oluşturan ‘Uygarlığın Huzursuzluğu’ (1930) başlıklı metninde, insan ruhunun ne kadar karmaşık bir kavram olduğunu anlatmak için çeşitli benzetmelere başvurur. Bu benzetmelerden biri de şehirdir – uzun bir geçmişe sahip, tarih boyunca yıkım, felaket ve büyük savaşlar görmüş olan fakat eski dokusunu koruyan şehir. Freud, Roma örneğini verir: “Eski şeylerin pek çoğu tabii ki şehrin ya da modern yapıların altında gömülü durmaktadır. Roma gibi tarihi şehirlerde geçmiş genellikle bu biçimde korunur.” Fakat çeşitli tarihsel dönemlerin üst üste yığılmasından yola çıkarak şehirden bir benzetme yapmak yeterli değil. Sorulması gereken şu: Bu tarihsel yığılma süreci, kendi içinde, Freud’un sistematiğine benzer bir şekilde mi işliyor? Bir başka deyişle, insanların onda görmek istediği tarihsel sürecin haricinde, şehrin kendisine ait bir ruhsal hayattan söz edilebilir mi? Freud şöyle bir varsayımda bulunuyor: “Şimdi Roma’nın insanlara ait bir yerleşim mekânı değil de, benzeri ölçüde uzun ve zengin bir geçmişe sahip ruhsal bir varlık olduğu, yani içinde bir kez ortaya çıkan hiçbir şeyin yok olup gitmediği, önceki bütün aşamaların en son gelişim aşamasının yanı sıra varlıklarını sürdürdükleri gibi hayali bir varsayımda bulunalım.”
Bu noktada önemli bir ikilemden bahsedebiliriz. Biz, yapıya veya mekâna baktığımızda, onun bugünkü halini görür, geçmişte orada yer alan farklı yapıları ancak hayal edebiliriz. Fakat şehrin kendi hafızası böyle işlemez: “Palazzo Caffarelli’nin durduğu yerde, Palazzo’nun yanı sıra Jupiter Capitolinus tapınağı bulunacaktı.” Tarihin çeşitli dönemlerinde burada yer almış diğer yapılar ancak düşünülüp hayal edilebilir. Kentin kendi hafızasında ise bunların art arda seyretmesi şart değildir. İnsanın hafızasında yer etmiş çeşitli katmanlar nasıl ki yan yana, iç içe, karmaşık etkileşimler içinde var olabiliyorsa, şehrin hafızasındaki yapılar da art arda gelmek zorunda değildir. Fakat biz bu yapılara baktığımızda tekil birer görsel nesneyle karşılaşıyoruz. Şehri bir benzetme aracı olarak kullanmaktan öteye geçmek mümkün mü?
Freud sonunda vazgeçiyor: “Bu fantaziyi daha fazla sürdürmenin bir anlamı olmadığı açık, çünkü akıl almaz, hatta saçma bir noktaya götürüyor bizi. Tarihsel ardışıklığı mekânsal olarak sergilemek istediğimizde, bunu ancak mekânları yan yana sıralayarak yapabiliriz. Aynı mekân iki içerik taşıyamaz.” şehri insan ruhuna benzetmenin mantıklı olmadığı sonucuna varan Freud, şehri bir benzetme aracı olarak kullanmayı reddediyor, çünkü onun istediği, ruhsal hayatın dinamiklerini temsil edecek bir nesne bulmak değil. Daha doğrusu, bu amaçla yola çıkmış olsa da, bir benzetmenin insan ruhunun işleyişini temsil edemeyeceğini fark ediyor. Benzer bir nesne bulmak yeterli değil, benzer bir ilişki zinciri oluşturabilmek gerek.
Çapkın bir kavram olarak şehir
Fransız göstergebilimci Roland Barthes, ‘Göstergebilim ve Şehircilik’ başlıklı konuşmasında Freud’un şehir kavramıyla verdiği bu mücadeleye atıfta bulunur: “Nitekim Freud da tam anlamıyla aynı olayı yaşamıştır: Düşlerin dilinden ilk kez söz ettiğinde, bu deyimi, eğretilemeli anlamını boşaltıp gerçek anlamıyla kullanmıştı. Biz de aynı sorunu göğüslemek zorundayız: Şehrin dilinden söz ettiğimizde eğretilemeden çözümlemeye nasıl geçilebilir?”
Şehri bir benzetme olarak kullanmak kolaydır. Şehir, insanın farklı duygusal hallerine ayna tutar. Boğaz’ı, iki sevgiliyi kavuşturan lirik bir nesne olarak kurgulayabileceğimiz gibi, ayrılıkları hatırlatan, tekinsiz bir nesne olarak da kurgulayabiliriz. Barthes’a göre, yapmamız gereken, şehri basit, her türlü ihtiyaca göre şekillenen bir benzetme ya da hayali cisim olarak değil, yaşayan, kendi ruhsal varlığı, bilinci, bilinçaltı ve egosu olan bir öge, bir ilişkiler bütünü olarak tanımlayabilmek. Freud’un yapmaya çalıştığı da bir bakıma buydu.
“Şehrin erotizmi, şehri söyleminin son derece eğretilemeli yapısından çekip çıkarabileceğimiz bir kavramdır” diyor Barthes. Yani şehir öylesine çapkın bir kavram ki, zihni hep benzetmelere meylettiriyor, şekilden şekle giriyor. Bu erotizm referansı üzerinden, Barthes’ın psikanalist Jacques Lacan’dan ilham aldığını söyleyebiliriz. Lacan’ın düşüncesinin temelinde, arzu nesnesinin sürekli olarak yer değiştirmesi yatar. Bu yüzden, şehri bir benzetme aracılığıyla anlamaya çalışmak aldatıcı olacaktır. Şehir hep farklı bir arzu nesnesine dadanarak anlam kazandığı izlenimini verse de, bu nesnenin yalnızca anlık bir tatmin getirecek, işlevsel bir payı olabilir.
“Bir şehrin erotizmini, o şehrin bu türden eğlenceler için ayrılmış mahallesiyle bir tutmak saçma olur.” Böyle bir benzetme ‘anlamsal’ değil, ‘işlevsel’ temellere dayanır. Bu mahalle, şehri anlatmak için yalnızca geçici bir işlev görür. Freud’un karşılaştığı sorun gibi: Şehir, kendi içinde anlam taşıyan bir bütün değil, insan ruhunu anlamak için işlevsel bir parçaya dönüşüyordu yalnızca.
“Gösterilenler değişir, gösterenler kalır. Demek ki gösterilen avcılığı geçici bir girişim oluşturabilir ancak… Bir başka deyişle, ögeler içeriklerinden daha çok birbirleriyle bağlantılı konumlarına göre birer gösteren olarak algılanırlar.”
Barthes’ın söylemek istediği şu: Şehrin neyi gösterdiği veya temsil ettiği üzerine kafa yormak çok verimli olmayacaktır, çünkü bu ancak ‘geçici bir girişim’den ibaret olabilir. Şehri gösterilen değil, gösteren olarak ele almak ve onun başka gösterenlerle ilişkisini incelemek gerekir. Hem Freud, hem de Barthes için, şehir öylesine aktif bir ilişkiler bütünü ki, onu yalnızca bir benzetme olarak ele almak ya da ona işlevsel bir misyon yüklemek, bir yanılsamadan öteye geçemez.
İstanbul nasıl kurtulur?
‘Muhafız’a dönecek olursak; dizi şehri belirli nesnelere indirgemek istese de, bunu bir türlü başaramıyor. Nesneler birden çok söylem pratiğinin buluşma noktası haline geliyor. Örneğin, dizinin başında, tehlikede olan gömlek asıl işlevinden sapıp birçok söylemin arzu nesnesi oluveriyor. Yeri geldiğinde tarihi temsil eden bir tılsım, yeri geldiğinde şirket çalışanlarının üzerine paha biçtiği bir sermaye, Hakan’ın vücudunu göstermesine olanak sağlayan ve Leyla’nın da bir dövme sanıp etkilendiği erotik bir nesne ve baba-oğul arasındaki ilişkiyi somutlaştıran bir bağ işlevi görüyor.
Arzunun bu sürekli yer değiştiren, nihayetsiz zincirine son vermenin mümkün olmadığı düşünülürse, dizideki en büyük tehdidin ‘ölümsüzlük’ üzerine kurulmuş olması da şaşırtıcı değil. Hakan gerçekten de imkânsızı başarmaya, İstanbul’u kurtarmaya çalışıyor fakat ortada kurtarılacak bir İstanbul yok. Kurtarılacak bir İstanbul olması için dizinin diğer söylemsel alanları genişletip daha elle tutulur bir hale getirmesi gerekiyor. Örneğin, “İkimiz de Kapalı Çarşı çocuğuyuz” hissiyatıyla dile getirilmeye çalışılan fakat sebepsizce bastırılan bir sosyal eleştiri var. Günümüz İstanbulu’nda da giderek yoğunlaşan, vahşi bir toplumsal eşitsizliğin daha derinlemesine irdelenmesi belki de İstanbul’u, farklı söylemsel pratiklerin buluştuğu yerde, daha kararlı bir şekilde hayata geçirecektir.
Kaynakça
Sigmund Freud, ‘Uygarlığın Huzursuzluğu’, çev. Haluk Barışcan (Metis, 2018).
Roland Barthes, ‘Göstergebilimsel Serüven’, çev. Mehmet Rifat ve Sema Rifat (YKY, 2018).