Bartu Küçükçağlayan’ın sesini ilk kez Büyük Ev Ablukada grubunun şarkılarını dinlerken duydum, yüzünü ise ilk olarak ‘Çoğunluk’, son olarak da ‘Kelebekler’ filminde gördüm. Oyunculuk ve müzisyenlik yapan Küçükçağlayan, şu sıralar, senaryosunu kendisinin kaleme aldığı ‘Bartu Ben’ adlı diziyle isminden sıkça söz ettiriyor. BluTV’de, her pazartesi ve perşembe yeni bölümleri yayınlanan dizide, başta sinema sektörü olmak üzere birçok alana ve kişiye eleştiriler yönelten, en çok da kendiyle dalga geçen, kendi tabiriyle bir ‘ünsüz ünlü’ olan Küçükçağlayan’la yeni dizisi vesilesiyle sohbet ettik.
Yakın zamanda verdiğiniz bir söyleşide dizideki karakterin siz olmadığınızı söylediniz. Bu karakteri yazmanızda, kendinizden kaçmak ya da aksine, kendinizle yüzleşmek gibi bir istek rol oynadı mı?
Tam olarak “Oradaki karakter ben değilim” demek istemedim. Dizideki her şeyi gerçek zannedenler olabiliyor. Bir şeyi düşünce süzgecinden geçirip kâğıda döktüğünüz zaman bütünüyle gerçek olmaktan çıkıyor. Zaten bir insanı tamamen gerçek bir şekilde çekip bir yere koyamazsınız. Belgesel de olsa, insan karşısında bir kamera görünce kendi doğasında olmayan şeyler de yapacaktır mutlaka. Soruyu özetle cevaplayacak olursam, dizi için kendimden kaçmak ile kendimi bulmak arasında birleşen bir çizgi diyebilirim. İkisini de barındırıyor.
Diziyi izlerken, oradaki Bartu ile gerçek Bartu aynıymış gibi bir izlenim oluştu bende...
Bu karakteri, kendi avantajıma kullanmak için yazdım. Karakter yaratmak diye bir şey var ve bu kesinlikle kolay bir iş değil. En azından kendimin her şeyini bilen bir varlık olarak, hangi durumda, beni nereye koyarsan ne tepki vereceğimi bildiğim için, ‘Bartu Ben’de kendimi kullanmak elverişli oldu.
Kendinizi o kadar iyi tanıyor musunuz?
Hayır ama saçma şeylere vereceğim tepkileri biliyorum. Kendimi tanıyorum tabii, o kadar da değil...
‘Bartu Ben’de, ‘Yalan Dünya’ dizisindeki Orçun karakterinin üzerinize yapışmış olmasından duyduğunuz rahatsızlığı dile getiriyorsunuz. Sizce bir oyuncunun bir karakterle anılıyor olması neden ‘kötü’?
Sadece Orçun karakteri üzerinden düşünmeyelim bunu. Mesela bir bölümde, babalığın da böyle bir şey olduğundan bahsettim; babaların çocukları tarafından sadece baba olarak görülmelerinin de rahatsız edici bir şey olduğunu söyledim. Bir insana ille bir şey yakıştırmak gerekmiyor. Orçun karakteriyle anılıyor olmam, bu konudaki imalar rahatsız olduğum bir şey değil. Gündelik hayatta da sıkıntılarını çektiğimiz bir meselenin bir parçası sadece.
Başlarda benimle fotoğraf çektirmek isteyenlerden ya da beni diziden tanıdıkları için yanıma gelenlerden çok rahatsız olurdum. Sonra bir gün, yurtdışında, çok sevdiğim bir gitaristi gördüm ve koşarak yanına gidip fotoğraf çektirdim. Anladım ki, insan bunu yapıyor. O adama verdiğim tepkiyi kendi içimde bir süzgeçten geçirdim. O günden beri, sokakta insanlara daha hoşgörülü ve anlayışlı davranıyorum.
İlk soruda değindiğim söyleşide, hem oyunculuğa hem de müzisyenliğe kıskançlığınızdan ötürü başladığınızı belirtiyorsunuz. Kıskanıp da yapamadığınız bir şey var mı?
Resim çizmek çok isterdim ama hiç yapamıyorum. Herkes resim çizebilir tabii ama hayal ettiğim şeyi orada başaramayacağımı çok net gördüğüm için hiç bulaşmadım o alana. Zaten daha ne bulaşayım... Dün gece yedi saat bir rap şarkısının kaydındaydım, rap sözleri yazmaya çalışıyordum. Bir an, “Abi, her şeyi de yapamam” diye düşündüm. Yoksa, bu sabah bir rap kariyeri hayaliyle uyandım.
Dizideki Bartu artık dizilerde oynamak istemiyor ve menajerinden kendisine bir film ayarlamasını istiyor. ‘Gerçek Bartu’ da dizide oynamak istemiyor mu, yoksa senaryo gereği mi böyle diyorsunuz?
Kendi yazdığım dizide kendim olarak dizide oynamak istemiyorum demem bana komik gelmişti. Yani, kendi yazdığım dizideyim, Bartu var orada ve “Dizide oynamak istemiyorum” diyor – çok saçma... “Dizilerde oynamak istemiyorum” gibi bir şey söyleyemem şu anda, çünkü gösterimde iki tane dizim var. Ben kendim bir şeyler yapmak, üretmek istiyorum. Eğer üretmek isteyen biriysen, oyunculuk biraz sıkıcı bir iş. İçindeki derdini akıtacağın bir yer arıyorsan, oyunculuk sanatların içinde bence en uyduruk olanı. Çünkü eline bir metin geliyor ve sen onu, orada yazanı bir şeye çevirmeye çalışıyorsun. Duygularını kullanıyorsun, bir yönetmen var, onun istediğini yapıyorsun, senaryoya yazana hizmet ediyorsun... Orada içeride biriken şeyleri başkalarının vasıtasıyla dışarı çıkarmaktan sıkıldığım için, biraz da müzikle uğraşırken şarkı sözü yazmanın da etkisiyle, bir şeyler yazarak birikenleri atmaya çalışıyordum. İkisini birleştirip, en azından kendi dizimi yaparak hissettiğim şeyleri paylaşabileceğim bir alan yarattım kendime.
‘Bartu Ben’ aynı zamanda ilk senaryo deneyiminiz. Senaryo yazmaya devam edecek misiniz?
Devamı gelir bence. Yazmak çok hoşuma gitti. Bunun gerçeğe dönüşmesine şaşırıyorum, becerebileceğimi düşünmüyordum. Sağım solum hiç belli olmaz; az önce dediğim gibi, daha dün rap söylüyordum, yarın resim kursuna yazılabilirim. Ama senaryo yazmaya devam edeceğimi söyleyebilirim.
Sözünüzü sakınmıyor, çoğu zaman direkt yorumlarda bulunuyorsunuz. Otosansür uyguladığınız oluyor mu?
Oluyor, çünkü herkes her şeye benim kadar gülmüyor. Ben her şeyde gülecek bir şey buluyorum. Otosansür uyguladığım konular genelde yaptığım ofansif espriler oluyor. Siyasi bir görüşüm var ve bunu söylemeye çekiniyorum gibi bir durum söz konusu değil. Ben bazen kötü şeylere gülebiliyorum ama herkes onları kaldıramayabiliyor.
Televizyon kanallarından yerini hızla dijital platformlar alıyor. Bu platformlarda yapımlar sansürle daha az karşılaşıyor ancak yakında bununla ilgili bir kanun çıkarılacağından bahsediliyor. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
O kanun çıksa da çıkmasa da hiçbir yerde özgür değiliz. Hiçbir zaman istediğimiz kadar özgür olamıyoruz. İlle bir kanun çıkması gerekmiyor. Dijital ile televizyon arasında gerçekten de fark var. Bu sadece küfretmek de değil, dijital platformlarda biraz daha geniş bir alanın varlığından söz edebiliriz. O alan daralır, o daraldıktan sonra başka bir mecrada, daha başka şeyleri söyleyebileceğimiz bir yer yaratılır. Dijital kanallarda olmasa bile Youtube’a girip yine ağzına geleni söyleyebilirsin. O yüzden kanunlar, sansürler bir şekilde halledilir. Eğer bir şey söyleyeceksem onun yeri dizi olmayacaktır; söylemek istediğim o şey beni başka bir yere, başka bir şey yapmaya sürükleyecektir.
Fatih Akın’ın, Ermeni Soykırımı’nı konu alan ‘The Cut’ filminde yer almak, Türkiye’de yaşayan ve çalışan bir oyuncu olarak sizin için bir sorun yarattı mı?
Sorunun yanına bile yaklaşan bir şey olmadı benim için. ‘The Cut’ Türkiye’de pek izlenmedi, daha çok izleyiciye ulaşmasını isterdim. O filmde oynamak benim için çok iyi bir maceraydı.
‘Bartu Ben’de, “Acaba ‘sözde soykırım’ mı demeliydim?” gibi bir espri de yaptınız. Bu, hayranlarınızda nasıl bir karşılık bulmuştur sizce?
Dizide söylediğim şeylerin karşılık bulacağı çok farklı mecralar, insanlar var. “O insanlar nasıl bir tepki verir?” gibi bir kaygıyla yazmıyorum senaryoyu. ‘Sözde’ lafının kullanılması gerekiyor mu, gerekmiyor mu? Politik bir refleks gibi konuyor sanki ‘sözde’ kelimesi... ‘Sözde soykırım’ demek ile ‘soykırım’ demek arasında bir fark olmasına verdiğim bir tepki gibiydi o espri, ama nasıl anlaşılır, bilmiyorum. Oradan bir şey çıkarmak isteyen çıkarır, zaten çıkarsın da. Amacım bir şey öğretmek vs. değil. Bu dizi, rahatsız olduğum şeyleri üç saniyelik bir yere sıkıştırabileceğim bir alan da sunuyor bana. Sezon boyunca böyle şeyler yaptım. Bazıları yanlış anlaşıldı. İşin içindeki sarkazmı anlayamıyorlar bazen, bu da zaten tüm bu sorunları yaşamamızın sebebi oluyor. Herkes bazı şeyleri aynı düzeyde anlamıyor, anlamak istemiyor.
Dizide, Türkiye’deki film sektörüne dönük yoğun eleştiriler var. Bunlarla ilgili bir yanlış anlaşılma, alınma oldu mu?
Henüz hiç olmadı. Bunu ben de yeni test ediyorum açıkçası. Bu sektörde çok sık rastlanan bir durum, herkes orada burada herkes hakkında bir şeyler söylüyor. Ben de bir oyuncu olarak kendi dizimde oyuncuların konuştuğu yerden bir şekilde yorumlarda bulunuyorum. Bir gün gidip birinden gerçekten özür dilemek zorunda kalacak mıyım, bilmiyorum. Fatih Akın hakkında o kadar kötü şeyler söylüyorum ki... “En kötü filminde oynadım” diyorum, sağda solda röportajlarda bile diyorum bunları. Ama Fatih Akın’dan bir dönüş alamadım. Tabii, onun filminde oynamak benim için müthiş bir şeydi. Dizinin yönetmeni olan Tolga’yla da çok sık dalga geçiyorum, neredeyse tüm filmografisine laf ediyorum. Kendimizle dalga geçmeseydik başkalarıyla da dalga geçemezdik zaten. Mesela ben bir dizide 10 sezon boyunca kendimi rezil ettim.
'Şifre versene' diyenler..
Küçükçağlayan, hemen her bölümün yayınlanmasından önce, kendisinden BluTV şifresi isteyenlere, kişisel sosyal medya hesaplarından esprili bir şekilde tepki veriyor. Şifresini bizimle paylaşıp paylaşmayacağını sorduğumuzda şu yanıtı aldık: “İnsanlar yıllardır diyet kolalara para veriyorlar. Şu hayatta pişmaniyenin bir fiyatı var. Su, toprak parayla; çiçek ekmek istesen toprağa para vereceksin. Ben birkaç kişiye şifremi vermek zorunda kaldım. Mübalağa yapmıyorum, gerçekten çok yaralıyım. Şaka yollu isteyen ama ciddi olduğu sonradan anlaşılanlar var, telefon açıp başta başka şeylerden bahsettikten sonra konuyu oraya getirenler var. Ayda 12 lira insanların gözünü ne kadar korkutmuş! İnsanların beni arayıp ‘Abi 12 lira borç verebilir misin?’ dediğini düşünün. 12 lira, borç istemek için çok salak bir meblağ. ‘12 liran var mı abi?’, ‘Var, evet.’ İnsanlar internette bir şeye para verince akşam kola içemeyeceklerini zannediyorlar herhalde. Onlar ayda 12 lira verecekler ki ben de bir sene daha insanların arkasından atıp tutabileyim.”