Son 50 yılı kapsayan kitaptaki metinleri okuduğumuzda, 1960’larda Kürdistan’ın sömürülmesinden, geri bırakılmasından, horlanmasından, siyasal ve kültürel haklardan bahseden Kürdistan solunun, 1970’lerde ve 1980’lerde artık Kürdistan’ın dört parçalı bir sömürge olduğundan, ayrı örgütlenmeden, ulusal bağımsızlıktan ve Türk solunun şovenizminden bahsettiğini görüyoruz.
BARIŞ ÜNLÜ
Askeri ve sivil kanatlarıyla Kürt hareketi, Türkiye tarihinin en etkili ve güçlü sol hareketi. Askeri kanat PKK, 1960 ve 1970’lerde silahlı mücadele planları yapan Türk sosyalist solu örgütlerinin belki hayalini bile kuramadıkları bir güce, katılıma ve sürekliğe sahip. Bugün HDP’yle temsil olunan sivil kanat ise her seçimde, yine Türk sol hareketinin en yüksek çıtası olan TİP’in 1965 seçimlerinde aldığı % 3’lük oy oranının iki katını geçiyor. Ve bunu, teorik oy potansiyelinin TİP’e göre çok daha düşük olmasına rağmen başarıyor. Bu olgulara rağmen, Türkiye’de Türk solunun politik ve düşünsel tarihi Kürt solununkine kıyasla çok daha fazla bilinir.
Türk sosyalistlerinin yanılgısı
Sanırım bunun birkaç nedeni var. Birincisi, yasaklarla ilgili; Kürt meselesi ve soluyla ilgilenmek ve yazıp çizmek her zaman daha riskli ve bedelli olmuştur. Dolayısıyla bu konuları çalışan akademisyen de, bu konularda yayın yapan yayıncı bulmak da son yıllara kadar kolay değildi. İkincisi, tarihsel olarak sosyalistleri de az ya da çok etkisi altına almış olan Kemalist resmi ideolojiye göre Kürt solunun tezleri bir sapkınlık derecesinde gerçek dışıydı, dolayısıyla entelektüel açıdan ciddiye alınmayacak kadar önemsizdi. Üçüncüsü, Kürt solunun söylemleri ve hedefleri Kürt olmayan solculara çoğu zaman cazip gelmedi. Bunlarla ilişkili olan, ama kendi içinde bir hayatı da olan dördüncü neden ise, fark edilmeden yaşanan bir duygu ve düşünce dünyası olarak Türklüğün belli konularda görme, duyma, duygulanma ve özdeşleşme yeteneğinin son derece kısıtlı olmasıdır. Türk solcularında spesifik bir hal alan Türklük, Türk sosyalistlerinin kendilerini etnisiteler üstü ve sonuç olarak objektif (tarihsel materyalist, Marksist vs.) zannetmelerine yol açar. Bu öz-körlük, dışarıyı farklı açılardan görmeyi de engeller, çünkü gördüğü açının tek veya doğru açı olduğa dair bir öz-güven içindedir.
Bu nedenlere eklemeler yapılabilir veya itiraz edilebilir. Ama neden her ne olursa olsun, Türkiye ve Orta Doğu’da bu kadar etkili olmuş bir hareketin tarihi hakkında çok az şey bilindiği ve çok az yayın olduğu sanırım tartışma götürmeyecek bir gerçek. Bunun da yine birkaç maddede toplamaya çalışacağım bazı zararları oldu. Birincisi 1960’larda ve 1970’lerde Kürdistan’la ve Kürt solunun tezleriyle yeterince ilgilenmeyen Türk solu, sayısız kitap ve makalede Türkiye’de devrimci potansiyelin hangi sınıf ve gruplarda olduğunu tartışırken, potansiyel olarak belki de en devrimci olan grubu, yani Kürtleri ıskaladı, göremedi ve doğal olarak kazanamadı. Sonuçta da gücünü ve etkisini kaybetti. İkincisi, Kürt solunun Türkiye ve Kürdistan tarihine dair tezlerini görmezden gelen veya görmeyen akademi, kendisini yaratıcı sosyal bilimsel sonuçlar doğuracak tartışmalardan mahrum etti. Bu eksikliğin genel olarak başka bir sonucu da oldu, ki bu üçüncü zarardır. Akademinin neredeyse hiç bahsetmediği Kürt sorunu 1984’de patladı ve genel olarak Türk kamuoyu bunun karşısında tam bir şok yaşadı. “Neden ayaklandılar, neden silaha sarıldılar, kim bu teröristler?” sorularına uzun süre cevap bulamadı. Bu da yükselen devlet terörü, ırkçılık, ulusalcılık ve milliyetçiliğe ya destek verilmesi ya da sessiz kalınması şeklinde sonuçlara neden oldu.
Ancak bu (b)ilgisizlik durumu son yıllarda —Kürt meselesinin ve Kürt hareketinin geldiği noktaya paralel olarak— ortadan kalkmaya başladı. Emir Ali Türkmen ve Abdurrahim Özmen’in derlediği bu kitap, bu açıdan değerli, çünkü geç de olsa önemli bir boşluğu dolduruyor. Kitapta DDKO, Özgürlük Yolu, Rızgari, Ala Rızgari, Tekoşin, Kawa, KUK, PKK gibi örgütlerin ve Musa Anter, Sait Kırmızıtoprak, İsmail Beşikçi ve Abdullah Öcalan gibi Kürt hareketleri üzerinde çok etkili olmuş kişilerin metinlerine yer veriliyor. Son 50 yılı kapsayan kitaptaki metinleri okuduğumuzda, 1960’larda Kürdistan’ın sömürülmesinden, geri bırakılmasından, horlanmasından, siyasal ve kültürel haklardan bahseden Kürdistan solunun, 1970’lerde ve 1980’lerde artık Kürdistan’ın dört parçalı bir sömürge olduğundan, ayrı örgütlenmeden, ulusal bağımsızlıktan ve Türk solunun şovenizminden bahsettiğini görüyoruz. Kitapta en çok tartışılan konu olan Kürdistan’ın sömürge olduğu tezi, özellikle PKK’nin düşünsel arka planını ve nasıl bir gelenek üzerinde yükseldiğini anlamak açısından hayati. 2000’lere gelindiğinde ise, sömürge tezinin ve bağımsızlık vurgusunun terk edildiğini görüyoruz. Bu terk ediş, kısmen küresel dinamik ve değişimlerle ilgili, kısmen de Öcalan’ın özellikle Türkiye’ye teslim edildikten sonraki yeni teorik açılımlarıyla. Öcalan kitaba dahil edilen, “Ortadoğu’da Yeni Sistem İnşası Olarak Demokratik Modernite” başlıklı yazısında, ulus-devlet ve kapitalist modernite eleştirisi yaptıktan sonra, Türkiye ve Ortadoğu’da bütün kültürlerin özgürce yaşayabileceği ve gelişebileceği, eşitlikçi, ekolojik ve ahlaki bir uluslar-ötesi ‘Ortadoğu Demok-ratik Modernite Projesi’ öneriyor.
Kitabın içerdiği ve içermediği metinler
Tabii kitap içerdiği veya içermediği metinler nedeniyle eleştirebilir. Ben örneğin özellikle 1990’lardan hiçbir PKK metni olmamasının bir eksiklik olduğunu düşünüyorum. Önemli bir eksiklik, çünkü okur Beşikçi’nin ‘Devletlerarası Sömürge Kürdistan’ başlıklı metninden bir anda, perspektif olarak çok farklı olan Öcalan’ın metnine geçiyor. Kürt solunun tarihine aşina olmayan bir kişi bu değişimi anlamakta zorlanabilir. Ancak kitabın başı ve sonuna eklenen Hamit Bozarslan ve Ahmet Hamdi Akkaya’nın —daha önce yayımlanmış— kapsamlı yazıları bu eksikliği kısmen gideriyor ve birincil kaynakların yazıldıkları bağlamı ve Kürt solunun tarihsel gelişimini anlamak açısından faydalı bir rehber işlevi görüyorlar. Her halükarda, 680 sayfalık kalın bir kitap olmasına rağmen birçok metnin ve kişinin dışarıda bırakılması kaçınılmaz. Kanımca asıl eleştirilmesi gereken, kitabı yayıma hazırlayan Türkmen ve Özmen’in yazı seçimini hangi kriterlere göre yaptıklarını açıklayan bir sunuş yazısının olmaması. Bunun, kısa sürede yapılacağını düşündüğüm ikinci baskıda giderilmesi gerekir.