Taşrada Kış Uykusu

Melis Behlil, Bugün vizyona giren, Nuri Bilge Ceylan’ın Altın Palmiyeli ‘Kış Uykusu’nu Agos için yazdı

MELİS BEHLİL
melisb@gmail.com

Nuri Bilge Ceylan’ın Altın Palmiye’li ‘Kış Uykusu’ hakkında söylenebilecek çok şey var ve eminim ki gerek film gösterime girdiği zaman çeşitli yayınlarda, gerekse önümüzdeki birkaç yıl boyunca sinema üzerine akademik konferanslarda bunlar bol bol dile getirilecek, film hakkında derin analizler yapılacaktır. Bu yazı, 196 dakikalık süresiyle oldukça yoğun ve bir nebze yorucu olan (ama seyircisini sıkmamayı da başaran) bu film hakkında ilk izlenimleri ve eleğin üstünde kalanları içerir.

Küçük krallığın aydın kralı

Öncelikle filmin son derece iyi yazılmış, yönetilmiş, oynanmış, kurgulanmış olduğunu ve ödülünü hak ettiğini belirterek başlamak lazım. Karakterler hem inandırıcı, hem de sadece birer karakter olmanın ötesinde, ait oldukları kimliğe dair daha genel şeyler de söylüyorlar. Filmin ana karakteri Aydın (Haluk Bilginer), eski bir tiyatro oyuncusu, Kapadokya’da aileden kalan bir oteli işletiyor. Gerek yanında çalışanlarla olan iletişiminde, gerekse kış vakti otele tek tük de olsa uğrayan turistlerle kurduğu diyaloglarda kendisini zengin bir taşra işletmecisinden ziyade “aydın” bir dünya vatandaşı olarak gördüğünü hissettiriyor, hatta bunun için özel çaba sarf ediyor. Yerel bir gazeteye yazdığı köşe yazılarında kendi doğrularını dünyaya (ya da çevre kasabalardaki birkaç yüz kişiye) ilan edip, az da olsa aldığı okuyucu mektuplarıyla kendisini tatmin ediyor. Krallığı küçük de olsa kralı kendisi zira. Bu tepeden bakma hali, boşanıp aile evine dönen kardeşi Necla (Demet Akbağ) ile ilişkilerinde, ve daha da çok, kendisine göre oldukça genç, “yalnız ve güzel” eşi Nihal (Melisa Sözen) ile aralarındaki gerilimde de ortaya çıkıyor. Kapadokya’nın karlar altındaki coğrafyası ve Schubert’in 20 No’lu Piyano Sonatı’ndan ibaret seyrek müzik kullanımı, karakterlerin yalnızlığını ve melankolisini aynalıyor. Ancak film bir yandan da üç temel karakterin her birinin kendini gömdüğü çukurların farkında ve herhangi bir noktada onlardan birini tümden haklı göstermek kolaylığına kaçmıyor. Tüm karakterler olanca zaaflarıyla insan ve filmde dile getirilen en derin felsefi soruların (“kötülüğe karşı çıkmak mümkün mü?”) bile ardında aslında bireysel deneyimler, acılar ve pişmanlıklar yatıyor. Bu insanlar taşrada bir “kış uykusu”na yatmış sanki ancak bahar gelmesine dair pek bir umutları da yok.

Tutarlılığın bedeli

Filmin açılış karelerinde görülen dumanı tüten çalılıklar, aslında filme dair ipuçları veriyor. Ateş olmayan yerden duman çıkmaz ne de olsa, film boyunca yaşanan tüm gerilimlerin altında da geçmişten gelen farklı nedenler yatıyor. Ancak o dumanlar asla yangına dönüşmüyor, karakterler farklı nedenlerden dolayı parlamanın eşiğine gelseler de cılız bir alev olmaktan öteye geçemiyorlar. Herkes bir şeyleri dile getirmekten imtina ediyor; replikler bir yandan imalar ve iğneli konuşmalarla, bir yandan da bu kinayelere dair serzenişlerle dolu. Bu topraklarda muhtemelen hep olan, ama son yıllarda politik söylemin de içinde yer etmiş olan bir ikirciklilik içinde herkes. Bunun istisnası bir baba-oğul: henüz yalan söylemeyi öğrenecek yaşa gelmemiş olduğundan olsa gerek, tüm öfke ve nefretini dışa vuran İlyas (Emirhan Doruktutan) ve babası, zaten asabiyetiyle tanınan “ayyaş” İsmail (Nejat İşler). Kasaba halkından düşünceleri, söyledikleri ve yaptıkları tutarlı olan bir tek bu ikisi var belki, ama onlar da bunun için bir bedel ödüyorlar. Yelpazenin öbür ucunda ise İsmail’in kardeşi Hamdi (Serhat Kılıç) yer alıyor: caminin hocası Hamdi’nin her hareketinden sahtekârlık, her sözünden riyakarlık damlıyor. Aydın’ın Hamdi’den yola çıkarak yazdığı ve onu ne kadar hor gördüğünü açıkça ortaya koyan köşe yazısı ise, bir din adamının nasıl halka örnek teşkil etmesi gerektiğini beyan ederek, İslam’a bir güzellemeyle sona eriyor. Necla’nın da sorguladığı gibi, hayatında dinle işi olmamış bir insanın, sadece “hassas bir konu” diyerek kendini riske atmamak amacıyla böyle bir güzelleme yazması, Hamdi’nin ev sahibi Aydın’ın yüzüne gülüp, arkasını döndüğünde küfürler düzmesi kadar ikiyüzlü bir tutum. Tabii ki Aydın ile Hamdi’nin ilişkisini, Türkiye’de aydınlarla muhafazakârlar ilişkisinin bir alegorisi olarak da okumak mümkün.

Felsefi ağırlık mizahla hafifletiliyor

‘Kış Uykusu’ klasik bir hikâye anlatmaktan ziyade, belki özellikle bu kültürde, ancak genel olarak tüm insanlık bağlamında konuşulabilecek kavramları inceliyor. Kimi zaman karakterler arasındaki konuşmalarda görülüyor bu kavramlar, kimi zamansa eylemlerde beliriyor. Vicdan, hayırseverlik, pişmanlık, gurur ve kibir, filme ilham kaynağı olan Çehov oyunlarında, alıntılanan Shakespeare dizelerinde olduğu kadar, Anadolu bozkırında yaşayan bu insanların hayatlarında da var. Ancak Ceylan, felsefi ağırlığın tuzağından, kendine özgü mizahını kullanarak sıyrılmayı başarıyor ve karakterlerinin hiçbirini, onların kendilerini aldıkları kadar ciddiye almıyor. Filmin benim gözümde en, hatta tek zayıf kalan noktası, finaline yakın bir dış ses kullanımı. Karakterlerin ruh halini aktarmak için sığınılabilecek en basit yöntem olan dış ses, Hamdi’nin deyimiyle “söylemesi ayıp,” hafifçe Issız Adam’ı çağrıştırıyor. Ancak bu bile, ‘Kış Uykusu’nun Türkiye sinemasında yapılmış belki de en nitelikli filmlerden biri olduğu ve Nuri Bilge Ceylan’ın yaşayan en önemli ve yetenekli yönetmenlerden biri olduğu gerçeğini değiştirmiyor.

Kategoriler

Kültür Sanat Sinema