Fotoğrafçı Berge Arabian, Agos’un kültür sanat sayfalarında kaleme aldığı ‘Lensler konuşabilseydi’ başlıklı köşesinde, çektiği fotoğrafların hikâyelerini anlatıyor.
En uçta duran iki fotoğrafçıdan birine, Türkçe olarak, “Özür dilerim, yanınızda durabilir miyim? Ben de çalışıyorum da” dedim kibarca. Durumu anlaması için fotoğraf makinemi havaya kaldırdım. Büyük bir kalabalık vardı; kırmızı halı serili podyumun etrafında balık istifi dizilmiş izleyici yığınının içinden kendime zar zor bir yol açıp o noktaya ulaşmıştım, törenin başlamasını bekliyordum. Epifani (Tecelli, ‘Ta Fota’) Yortusu kutlamaları için Fener sahilindeydik. Ekümenik Patrik denize tahta bir haç atacak, yüzücüler de haçı çıkarmak için soğuk suda yarışacaklardı. Benimle, suyun kenarındaki iki fotoğrafçının arasında bir turist vardı; önüne geçerim korkusuyla kaskatı duruyor, milim kıpırdamıyordu. Seslendiğim fotoğrafçı dönüp bana baktı, başına bela olmuşum gibi, ters bir tavırla “Yer yok” dedi, “Suyun üstünde mi duracaksın?” Yer olduğunu biliyordum; yalnızca, o ve arkadaşı, durdukları alanı bir başkasıyla paylaşmak istemiyorlardı.
Ta Fota kutlamalarında yıllarca fotoğraf çektim ve birçok kez, durduğum elverişli yeri diğer fotoğrafçılarla paylaştım. Konuştuğum kişinin üslubundan ve beni görmezden gelmeye çalışmasından, böyle bir dayanışma ruhuna uzak olduğunu anladım. Tavrı hiç hoşuma gitmemişti. Oradan ayrılırken, “Hayır diyebilirsin ama bu kadar alaycı davranman yanlış” dedim. O şaşkınlık içinde bana bakarken, ben “alaycı” kelimesini tekrar edip, çekim yapabileceğim bir nokta bulabilmek için podyumun diğer tarafına geçtim. Ama çok öfkelenmiştim.
Her türlü etkinlikte karşılaştığım bu fotoğrafçı tipini iyi bilirim. Onlar benim gözümde ‘paparazzi’dir. Her ne pahasına olursa olsun ille de ‘o kare’yi çekmek isterler, sanki yalnızca kendileri ekmek parası için çalışıyormuş gibi davranırlar. Bir tek kendi işleri önemli olduğu için diğer herkesi itip kakmayı, hatta engellemeyi kendilerine hak görürler.
Her neyse, podyumun öteki tarafındaki kalabalığın arasında, on dakika boyunca, insanlara fotoğraf makinemi gösterip “Özür dilerim” diye diye ilerleyerek, yine kıyıya yakın bir noktaya ulaştım. Denizle aramda bir sıra insan duruyordu ama aralarında sığışabileceğim bir boşluk var gibi görünüyordu. Turist oldukları belliydi. En önde, sağ tarafta duran adama “İngilizce biliyor musunuz?” diye sordum, “Evet” dedi. Ona fotoğrafçı olarak çalıştığımı söyledim, önüne geçip yere oturup oturamayacağımı sordum. Emin olun, oturabileceğim genişlikte bir boşluk vardı orada. Tamam, ıslak ve kirli betonun üstünde oturacaktım ama umurumda bile değildi. Adam “Olmaz, erken gelseydin” dedi. İçimden “Çokbilmiş odun” diye geçirdim. “Arkadaş, ben buraya Kanada’dan 2010’da geldim. Sen? Bu sabah tur otobüsüyle mi geldin?” dememek için kendimi zor tuttum. Alaycılığın lüzumu yoktu nihayetinde. Sol taraftakilere dönüp, İngilizce olarak, yanlarındaki boş yere oturup oturamayacağımı sordum. Hep bir ağızdan “Hayır” dediler. Bir dakika öncesinde oradaki adamla aramda geçen kısa konuşmaya da tanık olmuşlardı. Kendimi, düşmanla dolu bir odadaymışım gibi hissettim. Büyük bir aile oldukları belliydi, hepsi aynı dilde konuşuyordu zaten.
Velhasıl, çenemi kapatıp ikinci sırada beklemeye koyuldum. Umudum, yüzücüler suya atladığında, kalabalığı oluşturanların, ellerindeki telefonlarla saplantılı bir şekilde fotoğraf ve video çekerken kıpırdanmasıyla, benim de çekim yapabileceğim bir aralığın açılmasıydı. Neredeyse bir saat orada, o şekilde bekledim; nihayet Patrik geldi, tören başladı. Ve tam düşündüğüm gibi oldu; küçük bir boşluk yakalayıp, kazanan yüzücüyü elinde haçla fotoğrafladım. Vasat bir kare oldu ama “Olsun” dedim içimden.
Ta Fota ritüelini, Balat’a taşındığım 2016 yılından beri her yıl fotoğraflıyorum ve çok seviyorum. Yukarıda gördüğünüz kare 2017 yılından. O gün kilisedeki ayini, Patrik ve diğer din adamlarının kiliseden sahile yürüyüşünü, yüzücülerin sudan haçı çıkarışını ve podyumdaki dua törenini fotoğraflamıştım. O zamanlar, bu tören sırasında fotoğrafçıların kolayca hareket etmek, dolaşmak gibi bir lüksü vardı. Elbette hızlı davranmak ve sıkı çalışmak gerekiyordu. Sonra, bu önemli günü baştan sona bir foto hikâye oluşturacak şekilde fotoğraflamak yıldan yıla zorlaştı. Bir yerde sıkıştığınızda oradan çıkmanız çok zor oluyor, dolaşamıyorsunuz. En iyi ihtimalle, o da şanslıysanız, törenin tek bir aşamasını fotoğraflayabiliyorsunuz. Mesele yalnızca kalabalık da değil. İş artık tuhaf bir rekabete döndü; fotoğrafçılar fotoğrafçılarla, cep telefonları fotoğraf makineleriyle yarışıyor.
İngilizceden çeviren: Altuğ Yılmaz