Tercil / lensler konuşabilseydi

Fotoğrafçı Berge Arabian, Agos’un kültür sanat sayfalarında kaleme aldığı ‘Lensler konuşabilseydi’ başlıklı köşesinde, çektiği fotoğrafların hikâyelerini anlatıyor.

Yaşlı adam bana aynı soruyu ikinci kez soruyor: “Tamam da, deden nereliymiş?” Oysa az önce söylemişim, Hazro doğumlu. 2007 yılı. Hazro’da, bir çayevinde oturuyorum. Etrafımda şehrin yerlisi belki on kişi var; kim olduğumu, niye oraya geldiğimi merak ediyorlar. Bildiğim birkaç kelime Türkçe ve birtakım el hareketleriyle, ailemin kökenlerinin Hazro’ya dayandığını anlatıyorum. Yine de soruyorlar. Yaşlı adamın yanında oturan genç, meseleyi anlamadığımı fark edip, “Tamam, ama köy nerede, köy?” diyor. ‘Nerede’ ve ‘köy’ kelimelerinin anlamlarını biliyorum. Ve o an kafama dank ediyor – ta Kanada’dan kalkıp gelmişim, atalarımın hangi köyde yaşadıklarını bile bilmiyorum. “Ne kadarım aptalım” diye geçiriyorum içimden. Bizim kuşağın hâli... Ninelerimizin, dedelerimizin kuşağı var ki, onlarınki de başka bir hâl. Çocukluğumuz boyunca ninelerimiz ve dedelerimizin ağzından ‘Hazro’ ve ‘Lice’ adlarını sayısız kez duymuş olsak da, o yerler hakkında bir tane olsun soru sormamışızdır. Onlar geçmişleri konusunda hep sessiz kaldılar, biz de merak edip sormadık, aklımıza bile gelmedi. Ne büyük bir kayıp… Ninelerim, dedelerim, babam, hiçbiri yok artık.

Diyarbakır, Hazro ve Lice’ye yaptığım o ilk seyahatte, ailemin geçmişine dair tek bir iz bile bulamamıştım – Gâvur Mahallesi hariç... Babam hayatının son yıllarında bana, bu başlığı taşıyan, ona da bir arkadaşının verdiği bir kitap göstermişti. Diyarbakır’da, o mahallede büyümüş babam, kitabı okurken çok duygulanmış. Ben de, Surp Giragos Kilisesi’nin çevresindeki dar sokaklarda ilk kez dolaşırken çok duygulanmıştım. Üstelik, babamların evinin nerede olduğuna dair en ufak bir fikrim yoktu.

O seyahatin üzerinden yıllar geçti. Kime sorarsam sorayım, annemin ve babamın soylarının nereye dayandığını bir türlü öğrenemedim. Bilen yoktu. Çok sonraları, 2014 yılında, babamın ailesinin o dokuz yaşındayken Diyarbakır’dan Halep’e, oradan da Kamışlı’ya göç edişini konu alan bir fotoğraf projesi hazırlamaya karar verdim. Arabayla, onların bu kaçak yolculuğuna benzer bir yolculuk yapmak istiyordum. Arkadaşım Hüsamettin Bahçe’yle birlikte, Diyarbakır’dan Kilis’e, Suriye sınırına gidecektik; beş gün sürecek olan bu seyahatte yol boyu fotoğraf çekecektim. Proje için hazırlık yaparken, New York’ta yaşayan aile dostumuz Asdğo Turbendyan’a yazdım. Asdğo’nun babası ile dedem Haçadur, Hazro’da birlikte büyümüş, dostluklarını Kamışlı’da bir ömür devam ettirmişler. Asdğo meraklı bir çocukmuş; bu iki arkadaşın geçmişe dair sohbetlerini çok dinlemiş. İki aile hakkında da o kadar çok şey biliyordu ki... Yolculuğumun rotasını çizmeme yardımcı oldu. Hatta sonraları, babamın doğduğu köyün adını araştırıp bulan da o oldu. ‘Tercil’miş. Fakat ben bunu, fotoğraf projemi tamamlayıp İstanbul’a döndükten sonra öğrendim. Haritada Tercil’in yerini bulamayınca, Hüsamettin’den arkadaşlarına sormasını rica ettim. Hüsamettin bu; nasıl yaptıysa, Tercil’in yerini tespit etti. Ben şu anda bile, Google Haritalar uygulamasında bulamıyorum.

Böylece, 2015 Şubat’ında, Diyarbakır’a bir kez daha gidip, Hüsamettin’le birlikte Tercil’i ziyaret etmeye karar verdim. Duygusal gidiş gelişlerle dolu bir yolculuk oldu; gayet mutluyken, bir anda hüzünleniveriyordum. Bir köye gidiyorduk; “Burası dedemin köyü, eminim” diyor, aradan bir dakika geçmeden fikrimi değiştiriyordum. Çok büyük bir üzüntü duyuyordum. Dedem köyünü bir daha hiç görememişti. Acaba hatırlıyor muydu, özlüyor muydu? Belki de, orada yaşayan kocaman bir sülaleden yalnızca kendisi hayatta kaldığı için, köyü düşünmeye bile katlanamıyordu. Kim bilir...

Tercil, Hazro’ya pek uzak değildi. Köye giden yoldaki son yokuştan hemen önce küçük bir ağaç gördük. Tamamen kurumuştu. Hüsamettin’den durmasını istedim. Yanımda, fotoblok olarak tab ettirdiğim aile fotoğrafları vardı. Bir önceki seyahatimde bunları Diyarbakır sokaklarında oraya buraya yerleştirip, atalarımın hatırası için fotoğraflamıştım. Arabadan indim, fotoblokları ağacın kuru dallarına rastgele iliştirip, ağacın fotoğraflarını çekmeye başladım. Dedeme “Sen köyüne bir daha hiç gitmedin ama bak, şimdi hepimiz köydeyiz, birlikteyiz” diyordum. Sonra da, soğuk şubat günü parlayan güneş mezarındaki dedemin kemiklerini ısıtsın, tatlı tatlı esen rüzgâr onun geçmişe duyduğu özlemin acısını hafifletsin diye dilek tuttum.

İngilizceden çeviren: Altuğ Yılmaz



Yazar Hakkında